Yıllar var ki böyle susamış biçimde söyleşmemiştik. Etrafta kıyamet kopsa, top atılsa duyacak halde değildir. Bir yandan dipsiz bir kuyudan canlanarak çıkan anılar, ertelenmiş sözler geldi oturdu masamıza. Kahvaltının o tertemiz, saf saatlerinde, arındık birlikte…

Meraklısına ancak Sait Faik anlatır bu hikâyeyi!

1 Baş döndüren haftasonu yolculuklarını tamamladım ve kalemi aldım elime. Memleketin dört yanında açılan kitap fuarlarında söyleşi ve imzalara katıldım. Şikâyetçi olmaya hakkım yok. Yazarlık mesleğinin güzel yanı okuru diri biçimde görüp, tepkisine doğrudan tanıklık etmektir. Masa başında, yalnız sürdürülen bir işçiliğin sonunda, ne ortaya çıkıyorsa bunu muhatabıyla, okurla bölüşmenin sevinci başka… Fuarlar gözlem olanağı sağlıyor, memleketin değişen toplumsal dokusuna tanık olmanın karmaşık duygusunu taşıyor insan. Giderek daralan soluk alanları yerle bir oluyor. Edebiyatın peşinden koşan kaç kişi kaldı? Derken…

Adana Havaalanı’na indim. Şoför Yusuf karşıladı beni. Bölgeyi bilenleri bile şaşkınlığa uğratacak bir sağanak eşliğinde başladı yolculuk. Adana-Antakya arası giderken, çocukluğumun o sıkıntılı otobüs yolculuklarını ansıdım. Bitmez tükenmez, çileli yolculuk… İstanbul Topkapı Otogarı’ndan ürkerdim. Sanki bir yerlere kaçak gidecek insanların toplandığı bir mahşer yeriydi. Hep geç gelirdi 301 Mercedes… Yerimizi alır, ağırdan terk ederken peronu camdan dışarı biraz da ferahlayarak bakardım. Daha yüz metre gitmeden birkaç kişi mutlaka sigara yakar, üstümüze üflerdi. Henüz köprüye varmadan su isterdim. Cam şişede, çelimsiz ama çevik muavin getirirdi…

İhtiyaç molası için durduğumuzu, aniden yüzümde patlayan florasan, neon karışımı ışıktan anlar, kulağımı çınlatan hoparlör sesiyle kendime gelirdim, yaz ya da kış, araçtan inerken üşürdüm. Telaşla oradan oraya koşturan insanlar görür, bir araya gelmesi anlamsız kalabalığın içinde kendime yer açmaya çabalardım sanki. Şoförler, muavin özel bir masaya yerleşir, saat kaç olursa olsun iştahla yerlerdi yemeklerini. Aklımda bir de annemim söylenmesi gelirdi: “Bişeye benzemiyor bu çay!”

Mutlaka helaya gidilir, o pis ve tiksindirici ortamda hacet giderilirdi.

“Toros’lara gelince, Antakya’ya vardık” derdi babam. Ne yalan… Esas yol Adana’dan başlardı oysa… O son üç saat bitmez, tükenmez…

2 Yol arkadaşım şoför Yusuf bilge bir adam. Biraz ilerleyip, hoş beş ettikten sonra güncel konulara girdik hemen. Memleketin hali üstüne gevezelik ederiz sandım, oysa Yusuf “Şiirle ilgilenir misiniz?” dedi. Şaştım, “evet” dedim. Kitaplarımın birçoğunu okuduğunu, söyledi. Meğer şairmiş Yusuf. Hem eski biçimle, heceyle yazdığını hem de serbest şiirleri olduğunu, söyledi. “Bir kişinin solculuğu Tanrı’ya bakışından anlaşılır” dedi. Öfkeliydi hurafelere, yobazlığa… Kaç zamandır Suriye’den kaçak giren ve Antakya’nın yüzyıllara dayalı dostluğuna kılıç sallayan selefi gruplardan söz ettik. “Şimdi gittiler” dedi…

Baba ocağına doğru yol alıyorduk. Belen hiç değişmemiş, betondan garip binalar eklenmiş sadece. Eskiden Soğukoluk üzerinden gidilirdi Antakya’ya, şimdi otoban var. Devletin kuşkuyla baktığı bir inanç grubudur Arap Aleviler. Resmi belgelerde halkın mallarının hızla Türkleştirilmesi gereği not düşülmüştü. Hangi halk bu? Ben Antakya’da kendini bir başka yere ait sayan/hisseden kimse görmedim hiçbir zaman. Sokaklarda konuşulan kırık Türkçe ve artık giderek azalan Arapça milliyetçiliğin panzehridir ama yurtseverliğin de kaynağıdır… Sağanak sürerken girdik Antakya’ya… Asi yanı başımızdan telaştan uzak akmaktaydı…

Yusuf ertesi gün katılacağım fuar için başarı diledi.

O gece fuarı su bastı, kitaplar ıslandı, mürekkep suya karıştı…

Üzülmeli miyim?

3 Pazartesi öğle yemeği için konuklarımız vardı. Kendiliğinden bir gelenek oldu, Suna Anday başlattı. Mine ve Ali Sirmen de vardı. İstanbul bir sıcak, bir esintili, serin. Öğle yemekleri, rakısı pek alışıldık değildir. Mehmed Kemal bu adla şiir kitabı yayımladı, zamanında utanılırmış gün ortasında içmekten. Oysa söyleşiye en uygun saatlerdir; hem dost bulmak güç, hem de rakı o saatte… Demek boş gezen ve kalfası olmak gerek…

Mayıs gelince artık Marmara Denizi dinlenmeye çekilir. Av mevsimi biter. Şöyle bir düşündüm de bu yıl bereketli geçti mi, diye… Her sene biraz daha azalıyor denizden aldıklarımız. Hoyratlığımızla ihanet ediyoruz doğaya ve nihayetinde kendimize. Artık uskumruyu ara ki bulasın! Lüfer çok az ve pahalı. Biraz palamut oldu bu sene, kalkan hep ithaldi sanırım. Yerlisini bulmak güç… Ateş pahası… Balığın son günleri… İlginçtir oltacılar ardı ardına torik ve lüfer yakaladı bu hafta. Yaza yol alırken, artık balıksız mevsime girilirken hediye oldu bu…

meraklisina-ancak-sait-faik-anlatir-bu-hikayeyi-293110-1.

İstanbul Balıkhanesi Eski Müdürü Karekin Deveciyan “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” adlı Aras’tan çıkan kitabı gösterdim konuklara. İlk baskısı 1926 ve Fransızca yazılmış. Hangi balık, hangi mevsimde yenir bilmek için mükemmel bir kaynak… Öyle de…

4 Konular birbirini izledi. Elbette Melih Cevdet’e kalktı ilk kadeh. Ben tanımadım şairi, keşke göreydim, dostluk/çıraklık edeydim, diye hayıflanırken Suna abla: “Keşke tanışmak için çabalasaydın” dedi. Sahi bunu yapmadım, yapamadım. Benim kafamda Melih Cevdet ulaşılmaz bir yerde, üstelik biraz huysuz ve cehalete tahammülsüz gibi duruyordu. Kaldı ki haklıydı şair. Ben şair diyorum ya, Melih Cevdet kendine “Ozan” derdi. Ali Sirmen birkaç anıdan söz açtı. Ardından konu nasıl olduysa Sait Faik’e geldi…

Ali abide şaşırtıcı bir bellek var. “Çatışma” en şaşırtıcı, yenilikçi hikâyesidir Sait Faik’in, dedi. Ardından sanki kendi yazmış gibi döküldü dudaklarından sözcükler ve hep birlikte büyülenmiş dinledik:

“Çürümeden çok önce, galiba kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta; birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını açıp bekleştikleri zamanı; ötekisiyle; sıcacık bir oda ve sepet içinde kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları zaman parçası karıştırıyorum. Burnuma yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, yosundan, denizden, albümin ve asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku; taze balıkların taze kokusu, daha meme emmemiş yıkanmamış çocuk kokusu, süt kokusu, bir genç saç kokusu geliyor.”

5 Üç ayrı yayınevinden, farklı baskıları var kütüphanemde Sait Faik kitaplarının. Akşam koltuğu iyice yayıldım ve okumaya koyuldum “Havuz Başı”nı. Elimdeki İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan… Hikâye devam ediyordu…

“Kadın siyahlar giymiş, beyaz yüzünün etleri durmuş, çizgileri durmuş, onun da alnının beyaz mermeri çizgi çizgi durmuş bir zaman parçası her yerinde, elbisesinde bile durmuş. Balık pulundan gözleri var. Avcunun derisi kedi dilinden. Nefes alışında tüy sıcaklığı ile kar soğukluğu, uzun uzun bacaklarındaki büyük ve çıplak ayaklarda çatlak çatlak sarı ve ölü bir ikinci, bir üçüncü deri; oğlan çocuğunun yanında durmuş…”

Tuhaf biri Sait Faik, hikâyeye kaptırmış giderken, hangi ruh halinde, ne tür bir düşünceye kapılıp yazmaya çalıştığını da anlamaya çalışıyorum bir yandan. Bir şaire zor gülümseyen imgeler, birbiriyle ilintisiz gibi duran sözcükler, şaşılası bir ahenk ve insanı büyüleyen bir müzikle karşımıza çıkıyor. İlle de İstanbul’un çehresine bürünen kişiler, mahalleler ve sözcükler; okura bir yandan düş kurma olanağı veriyor, ötesinde sürekli sarsıyor, telaşa düşürüyor.

Ali Sirmen’in bu hikâyeyi aklına kazıması boşuna değil.

6 Sait Faik hikâyelerini kaleme alırken kendinden ne denli emindir, diye düşündüm hep. Bir yandan neredeyse dalgın, savruk, hatta sıradan sandığımız anlatıları vardır; öte yandan, benzersiz bir sezgi ve dil gücü, yalınlık bulunur. Şairdir, denemecidir, sokak filozofudur, İstanbul kokuludur Sait Faik. Bir zaman, nerede okuduydum anımsamıyorum; fuarlarda yapılan panellerden birinde, kadının biri söz almış…

“Siz böyle ahkâm keser, konuşur durursunuz, kendinizi beğenmiş kişilersiniz. Oysa ben hepinizden daha iyi hikâyeler yazıyorum” demiş. Konuşmacıların şaşkınlığını tahmin ediyorum, hoş kişi bu tür toplantılara katıldıkça bu saldırılara karşı şerbetleniyor… Konuşmacılardan biri sormuş: “Madem bunca iyi bir yazarsınız, mesela kimden daha önde sayıyorsunuz kendinizi?” deyivermiş… Kadın alaycı bir gülüşle: “Mesela Sait Faik’ten… Eciş bücüş cümleler, her gün rastladığımız tipleri yazıyor” deyince kıyamet kopmuş…

Tüm sanatlarda güç olan budur elbet. Okura, dinleyiciye, izleyiciye kolayca kendinin de bu işi görebileceği duygusu geçerse, orada ustalık vardır. Yalınlık zor ele geçer. Sait Faik anlatırsa çingeneleri mesela…

“Çok konuşmadılar. Fazla gülmediler. Hele küçükleri ardımıza takılıp: “Beş kuruş! Beş kuruş! N’olur be amca? Kırk para!” demediler. Çünkü hepsinin ellerinde iş vardı. Kızdırılmış üstlerine biraz kum, biraz kalay dökünce pırıl pırıl parlayan hamam tasları, sahanlar, tencereler, çoluk çocuk çalışıyorlardı. Yalnız yeni, o günlerde evlendikleri pek belli, beline gümüş kemer takmış bir kızla çok genç bir delikanlı çalışmıyorlar, gramofon çalıp birbirlerine bakıyorlardı. Ortada göbek atan pek mini miniler vardı. Bir de emzikli kadın, memesinin kara dut büyüklüğündeki ucunu, bir kara dur kadar siyah yavrusunun ağzına sokup sokup çıkarıyordu.”

7 Uzun zaman arasın diye kıvrandığın bir dostu, bıraktığın yerde bulup, aynı heves ve heyecanla solumaya başlayınca, gün ayrı bir parıldar, güneşe keyifle selam durursun. Dostluk dediğin tükenir mi? Bu soru üstüne çok kalem oynattım. Bazısı tükenir, bazısı tükenmez! Yanıt bu. Geçmişle yaşayanlar vardır. Kendimi bunlara yakın sayarım. Geçmişi var etmek için, o zamanların yaşandığına dair tanıklar, kanıt gerekir. Bellek yanıltıcıdır, birinden onay almak iyi gelir; çoğu dostluk zamana yenik düştüğü için, anımsama değişir. Kiminin belleğinden silinir gider… O durumda ayrı iki yaşantıdan söz etmek gerekir. İnsan hiç değilse kendi yaşamına özen göstermeli, yok eğer buncasını da yapamıyorsa, neden ısrar eder ki soluk almaya!

Beylerbeyi’nde, denizin yanı başında, yamacımızda uykuya dalmış sandallar, saatlerce konuştuk. Yıllar var ki böyle susamış biçimde söyleşmemiştik. Ne heyecan. Etrafta kıyamet kopsa, top atılsa duyacak halde değildir. Bir yandan dipsiz bir kuyudan canlanarak çıkan anılar, öte yandan ertelenmiş sözler geldi oturdu masamıza. Kahvaltının o tertemiz, saf saatlerinde, arındık birlikte…

Denize bakarak, demli çay içmek, hele ki dostlukla…

Sait Faik yazsa, ne yazardı be!