Artık alıştım mı bilmiyorum, sık sık merhaba deyip sıfırdan başlıyorum sanki.

Tekrar merhaba.

Bu duygu, bu “sıfırdan mı başlıyorum” kaygısı bana egemen olmasın diye “kaldığın yerden değil geldiğin yerden, sakın unutma” diye uyarıyorum kendimi. Dışarı çıkınca da doğrusu aradaki farkı görüyorum; her şey bir parça öyle ya da böyle, ileri ya da geri değişmiş oluyor.

Umut ışığı görür gibi olduğumu söylesem bana hak verir misiniz?

Bu kez de kısa sayılmayacak bir süre düşünmeye, yazmaya engel olamadıysa da okura ulaşmamızı engelledi “tarafsız ve bağımsız” yargı. Yedi metre yüksekliğinde dört duvarla çevrili beton bir çukur olan havalandırmada yürürken ya da ziyaretçileriniz geldikçe aralanan “koridor özgürlüğü”ne son veren demir kapılar kapandığında özlemlerimiz, memleket halleri sıraya girer. Ama TV kanallarında Ortaçağ işkencelerini aratmayan açık -aslında kapalı- oturumları, felaket haberlerini izledikçe ya da örnek olsun Ünsal Ünlü gibi gerçek gazeteci dostların sansüre direnen sözlerini eşten dosttan duydukça, sevgili Ayşenur’u, konuklarını dinledikçe, konu dönüyor dolaşıyor medyaya geliyordu.

Bir medyamız yok aslında. Yalnızca güçlükler içinde yaşayan birkaç gazete, TV kanalı, sosyal medya, en önemlisi de ayakta kalmaya kararlı, direnen gazeteciler var. Gerisi! Gerisini boş verin. Onlar binbir kılık altında gittikçe genişleyen sansürün gönüllü ve “tamamen duygusal” yandaşlarıdır.

Ama sansürcülerin ustalaştıkları bir gerçek. Kaba sansürün yanı sıra şimdi halka gerçekleri anlatmakla yükümlü gazetecilere “vasatın egemenliği” dayatılıyor. Marx’ın üzerinde durduğu bir konudur; Prusya sansürü 1840’lı yıllarda gemi azıya almıştı. “Kurallarla belirlenmiş ifadeleri, kelimeleri kullanacaksınız” diyordu Prusya sansürcüleri. “Hangi onurlu insanın, böylesine akıl almaz bir talep karşısında yüzü kızarmaz” diye yazdı Marx. (K.Marx ve Dünya Edebiyatı. Yordam Kitap. Sf.43)

Şimdi bizde medyaya dayatılan da budur. Kalıplar, klişeler hazırlanıyor gazeteciler servis edilen bu dayatılmış “üslubu” kullanmaya zorlanıyor. Sonuç çarpıtılmış gerçeğin, yalanın yanı sıra vasatın egemenliğidir.

Bu dayatmanın arkasındaki gerçek ise mülkten başka bir şey değildir. Yine gazeteciliğe yeni adım atmış Marx’tan alalım; “basın özgürlüğü karşıtı polemik; prensin, şövalyenin, kentlerin mülkiyetinin polemiğidir. -Polemiği yapan birey değil mülktür. O nedenle Meclis’in derin karakterini basın hakkındaki tartışmalardan daha sadık hangi ayna yansıtabilir.” (a.g.e. Sf.51)

Bizde de böyledir. Adalet mülkün temeline dönüşür; sınıflı toplumun pembe dünyası sirk çadırı parçalanır; orta direk olduğu söylenen hukuk alıp başını gider; savaş tamtamları sayfaları kaplar; yolsuzluk yol ve bina olarak cisimleşir; millet ve ümmet klişeleri ile birlikte basına, medyaya “işte değişmez gerçek, işte serbest piyasa, işte çağımızın değişmez mutluluğu” sosuyla servis edilir.

Prusyalılık diye bir şey var hâlâ, öyle değil mi? 20. yüzyılda bu tarz gelişti; “modern” kanlı diktatörlüklere dönüştü, insanlığa çok pahalıya maloldu. Şimdi de pek çok ülkede, özellikle de ekonominin çözümsüz kaldığı kriz dönemlerinde ve ülkelerde muhafazakar yönetimlerden otoriter yönetimlere doğru hızla ilerliyor, kendine bir yaşam alanı arıyor.

Tamam, bizim yedi metrelik çukur da böyle bir hikâyenin somutlanmasıydı zaten.

Bütünün parçası olan hikâyemiz şimdilik bitti. Ama geride daha pek çok hikaye var. İşte Emre, Sırrı Süreyya, Kavala, öteki dostlar oralarda hâlâ. Öyle anlaşılıyor ki daha çok çaba, daha çok dayanışma, daha çok inat ve kararlılık gerekiyor. Hukukçuların direnişi örnek olsun, var mı bu kararlılık ülkemizin öteki aydınlarında, gazetecilerinde?

Hayır yok dersek böyle bir utançla yaşayabilir miyiz?