Entelektüel dünya açısından, 20. yüzyılın en tartışmalı kişiliklerinden biri, Alman düşünür Martin Heidegger’dir. Onu yüzyılın en önemli felsefecisi sayanların haklı nedenleri olduğu tartışmasız; aynı yüzyılın birçok felsefecisi, düşünürü ve akımı ondan derin biçimde etkilenmişler, görünen o ki etkilenmeye de devam ediyorlar.
Gelgelelim, bu parlak ve özgün felsefecinin karanlık yüzü de, aynı derecede çarpıcıdır. Bir akademisyen olmanın ötesine geçerek, şeytanla işbirliği yapmış, Hitler Almanya’sının bir dönem gözde felsefecisi haline gelmiş, insanların inançları ve kimlikleri nedeniyle üniversitelerden uzaklaştırıldığı, toplama kamplarına gönderilmeye başladığı bir dönemde, üniversite rektörlüğü görevini üstlenmiştir.

Kısa süren rektörlük görevi ve nasyonal sosyalizmin büyük düşünürü olma sevdası sonrasında, Heidegger, hayal kırıklığı içinde bir kenara çekilir. Savaş sonrası uğradığı soruşturma neticesinde, üniversite ile olan ilişkisine son verilir. Bir süre sonra üniversitede tekrar ders vermesine olanak sağlansa da Heidegger, hayatının geriye kalanını Hitler faşizmiyle kurduğu ilişkinin gölgesinde yaşamak zorunda kalacaktır. Üstelik Hitler’in onu hayal kırıklığına uğrattığını söylese de, hiçbir zaman faşizme çanak tutan düşünce çizgisinin esaslı bir özeleştirisini yapmadan, yaşama veda eder.

Karşı karşıya olduğumuz durum basitçe iyi bir felsefecinin kötü siyasal tercihlerine işaret etmez. Heidegger’in geliştirmiş olduğu karmaşık felsefi düşüncenin belli uçlarının faşist düşünce ve pratiklere zemin sağladığından hiç kuşkunuz olmasın!

Bütün bu mirasa karşın şaşırtıcı olan, Heidegger’in giderek artan biçimde marksist ve marksist olmayan solda geniş bir etki yaratmış olmasıdır. Sartre gibi özgürlükçü-marksist bir düşünür, hem de faşizm arasındaki ilişki hâlâ çok canlıyken, Heidegger felsefesine mazeretsiz biçimde başvurur. Aynı türden bir şaşırtıcı durum, Yahudi olduğu için Almanya’dan kaçmak zorunda kalan Arendt için de söz konusudur. Heidegger’in eserlerinin ABD’de yayınlanmasına önayak olur. Bu etki bugün dört bir yanda daha açık biçimde kendisini göstermektedir; Derrida’yı bir yana bırakalım, anarşist özgürlükçü sol içinde sayabileceğimiz popüler düşünürler Foucault ve Deleuze gibi isimlerin altından Heidegger’in katkısını çekip alırsanız, elinizde tutarlı bir düşünsel çizginin kalmayacağı söylenebilir.

Diğer bir anlatımla Heidegger, karşımıza iyi ve kötünün, keskin bir zekâyla, siyasal bir körlüğün aynı bedende buluşması olarak çıkıyor. Büyük bir felsefe aşkıyla, siyasi bir sefalet ve felaketin yarattığı gerilimi sırtında bir ömür taşımış bir düşünürden söz ediyoruz. Ama daha da önemlisi vermiş olduğu eserler, bir yandan faşizme diğer yandan da faşizme karşıtlığını öne çıkaran yaklaşım ve geleneklere aynı zamanda ve aynı dünyayı tam tersi yönlerde şekillendirmek için esin kaynağı oluyor.
Soru şu; Heidegger’i nasıl değerlendireceğiz, bu büyük çelişkiler yumağı insanı ve daha da önemlisi eserlerini nereye koyacağız! Belli ki yakarak kurtulunacak bir mirasın ötesinde bir birikimle karşı karşıyayız.

Psikanalizin önemli ismi Klein, çocukların daha sonraki yaşamlarına da yön verecek olan gelişim çizgisinde, iki aşamadan söz eder; paranoid-şizoid pozisyon çocuğun iyi ile kötüyü ayrı objelere atfettiği ve iyiyi sahiplenirken, kötü olanı dışarı ittiği bir aşamaya işaret eder. Memeyi veren iyi anneyle, geri çeken kötü anne aynı kişiler değildir. Karmaşık dünyayla basitleştirme yoluyla baş eden çocuk, bir aşamada memeyi verenin de çekenin de aynı anne olduğunu fark etmeye başlar. Böylece çocuk, iyilik ve kötülüğün aynı anda ve aynı objede birleştiğini görmeye başlar. Bu farkındalık çocuğun karmaşık bir dünyaya ve depresif pozisyona geçişini sağlar. Bu geçişi başarmak daha sonrasında sağlıklı bir yetişkin yaşamının da habercisidir. Çünkü yaşamda tümüyle iyi ya da tümüyle kötü insanlar, objeler yoktur.
İşte karşımızda Heidegger, ya da bir sanatçı, bir fotoğrafçı, iyilikleri ve kötülükleriyle. Heidegger gibi bir ismin faşizmle olan derin ilişkisini ve mirasını unutmak mümkün mü? Ama işte o ilişkinin ötesine geçen eserleri de hemen yanı başında duruyor. O yazında faşizme çanak tutan düşünce çizgileri de var, eleştirel ve özgürlükçü düşünce çizgisine yol gösteren öğeler de mevcut. Dahası artık o düşünce ve o eserler sadece Heidegger’e de ait değil!

Mesele şu; iyilikle kötülüğü aynı bedende ve düşüncede görüp, titiz bir biçimde ayrıştırabiliyor muyuz? Yoksa bizlere bugünkü dünyanın ve düzenin dayattığı paranoid-şizoid değerlendirme biçimine teslim mi olacağız?