Merkel'in yerine yeni şansölye kim olacak?
Merkel sonrası yeni Alman başbakanı kim olacak? Seçim çalışmalarında değişim rüzgârına dair veya seçmenlerde coşkuya yönelik hiçbir belirti yok. Partilerin ekonomik vaat ve hedefleri de her zamanki gibi. Anketler üçlü, dörtlü koalisyonların olabileceğini gösteriyor.
Umut ŞAHVERDİ | Dr., Siyaset Bilimci
Çeviri: Deniz Schulze
Almanya'da 26 Eylül günü Federal Parlamento seçimleri yapılacak. Pandemi dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Almanya’yı da kıskacına almışken seçim çalışmaları görünürde sakin geçiyor. Seçimler sadece mevcut siyasal düzenin bir tescili olacakmış gibi! Ama durum aslında öyle değil. Gerçekte bu seçimler pek çok bakımdan önem taşıyor. Her şeyden önce, Angela Merkel artık şansölye adayı olamayacak. Bu durum aslında 1998'de 16 senelik Helmut Kohl dönemi sonrasında yaşadığımız 'Kırmızı-Yeşil Koalisyon´da olduğu gibi bir değişim rüzgârının önünü açabilirdi. 16 yıllık Merkel döneminin ardından yeni fikirlerin havada uçuştuğu, heyecanlı bir CDU sonrası değişim dönemine girilebilirdi. Seçim çalışmalarında değişim rüzgârına veya seçmenlerde coşkuya yönelik hiçbir belirti yok.
Yaz haberleri de sanki bu havaya uygun olarak Tokyo Olimpiyatları, Akdeniz´deki orman yangınları ve öncesinde Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki seller ile doluydu.
Seçimlere ilişkin önemli bir konu Federal Parlamento seçimlerinden sonra oluşabilecek olası koalisyon seçeneklerine ilişkin hiçbir netliğin olmaması. Bugünün aksine 1998´de Kohl döneminden sonra Kırmızı-Yeşil bir koalisyon olasılığı seçmenler tarafından da benimsenmiş durumdaydı. Seçmenlerin sandıkta kullandığı oylar ya CDU-FDP koalisyonuna ya da SPD-Yeşiller koalisyonuna verilecekti.
CDU YÜZDE 10 OY KAYBEDEBİLİR
FORZA araştırma şirketinin son anketine göre CDU/CSU yüzde 23´lük bir oy oranıyla en güçlü parti konumunda. Onun ardından yüzde 20´lik bir oy oranıyla Yeşiller ve yüzde 19´luk bir seçmen desteğiyle SPD geliyor. Anketlere göre FDP´nin oyu yüzde 12´yi buluyor, AfD yüzde 10 ve Die Linke (Sol Parti) yüzde 7´yi garantilemiş görünüyor. Eğer bu ankette öngörülenler gerçekleşirse, CDU/CSU´nun oy oranları 2017 seçimlerine göre yüzde 10´luk bir seçmen kaybı yaşayacak. Sonuçlara göre AfD yüzde 2,6´lık, Die Linke yüzde 2,2, SPD ise yüzde 1,5´luk bir oy kaybı yaşıyor. Bu tahminler doğru çıkarsa seçmenlerini yüzde 11,1´lik bir artış ile en çok artıran Yeşiller, en az artıran ise yüzde 1,3´lük oy artışıyla FDP olacak. Yine anketler, SDP’nin son günlerde yükselmeye başlayıp Yeşilleri geçebileceğini gösteriyor.
3’LÜ, 4’LÜ KOALISYON DÖNEMİ
Fakat şu da var ki oyları yüzde 20 civarında olan partilerden hiçbiri ortak bir koalisyon içinde bir araya gelebilecekmiş gibi görünmüyor. Sadece iki partiden oluşan bir koalisyonun kurulacağını beklemek gerçekçi olmaz. 1998´deki türden bir blok oluşturulması da pratik olarak mümkün değil. Seçmenlerin koalisyonlara bakışını ölçmeye çalışan ankete göre SPD ve CDU/CSU´dan oluşacak bir koalisyon yüzde 13, SPD ve Yeşiller Koalisyonu yüzde 11, CDU ve FDP´nin bir araya geldiği bir koalisyon ise yüzde 10´lük bir seçmen desteğine sahip. Bu açıdan herhangi bir koalisyondan yana olan seçmenlerin çoğunluğu neredeyse sadece CDU/CSU´nun olduğu bir koalisyonu tahayyül edebiliyor. Yukarıda denildiği gibi, matematiksel olarak bu kombinasyonlar ihtimal dâhilinde değil. Hangi üç partinin koalisyon içinde birleşebileceği de meçhul. Olası görünen yine CDU´nun içinde olduğu bir hükümet koalisyonudur. 1998 yılına göre günümüzdeki dramatik farklardan bir diğeri işte bu. Öyle görünüyor ki Merkel´in ardından bu seçimler her zamanki siyasetin devamı anlamına gelecek; üstelik partilerin tümünün oy oranları birbirine yakınlaşmışken...
SOLDA SOSYAL ADALET ANLAYIŞI
Partilerin seçim söylemlerine veya seçim çalışmalarında ağırlık verdikleri konulara bakalım. Öyle görünüyor ki ekonomik vaat ve hedefler de "her zamanki“ gibi. CDU/CSU partileri patron partileri olmaya devam ediyor. Die Linke her zamanki gibi asgari ücreti 13 avroya yükseltmeyi ve işsizlere daha yüksek bir gelir yardımı yapılmasını talep ediyor. SPD yine işçiler için daha çok hak ve Die Linke kadar olmasa da daha yüksek bir asgari ücret (12 avro) vadediyor. Yeşillerin vaadi ise "yeşil" bir ekonomi, yenilebilir enerji kaynaklarının yaygınlaşması ile bağlantılı olarak istihdam olanaklarının sağlanması ve diğer partilerde olduğu gibi asgari ücretin yükseltilmesi
SAĞ İÇİN TEHDİT
İlginç ama şaşırtıcı olmayan ise, partilerin iç güvenliğe ilişkin yaklaşımları. Bu noktada kanımca ideolojik konumlanışlar daha da belirginleşiyor. Hem CDU/CSU´da hem de AfD´de, solculara ve Alman olmayanlara yönelik bir korku politikası göze çarpıyor. Bunu netleştirmek için iki parti de en büyük toplumsal tehdidin soldan, radikal İslamcı terörizmden veya klanlardan (Almanya’da mafya ilişkileri olan aileler için kullanılan bir terim) kaynaklandığını söylüyorlar. Sayısal olarak ölümle sonuçlanan saldırılara bakıldığında şiddet daha çok aşırı sağdan geliyor. Bununla birlikte iki parti de yıllar boyunca var edilen ("kötü yabancılar ve kötü solcular") tehdit mekanizmalarının dizginlerini ellerinden bırakmak istemiyorlar. CDU/CSU bağış skandalı, ağız maskesi yolsuzluğu, yolsuzluk partisi, danışman skandalı, Suudilerle silah ticareti gibi vs. olaylarla skandal partisi haline gelmiş durumda ve kendi parti klanlarının çok daha büyük bir ekonomik zarara yol açtığı görülsün istemiyor.
ANAYASA KORUMA ÖRGÜTÜ KALDIRILSIN
SPD, Yeşiller ve Die Linke bu konuya farklı yaklaşıyor. Yeşiller her şeyden önce federal polis teşkilatına ve orduya daha çok kontrol getirilmesini ve bu kurumlara yapılan maddi desteğin reforme edilmesi gerektiğini söylüyor. Benzer şekilde Die Linke ve SPD, polis teşkilatlarındaki görevlilerin azaltılması gerektiğini belirtiyorlar. Aynı zamanda sosyal hizmet görevlilerinin sayılarının artırılmasını ve ihmal/istismarı önleme çalışmalarının yaygınlaşmasını talep ediyorlar. SPD, acil servislerde çalışanların önemsenmesi ve daha iyi bir ücret ödenmesi talebini yükseltirken, Die Linke Anayasayı Koruma Örgütü'nün tamamen kaldırılması ve yabancı ülkelerdeki askerlerin tümüyle geri çağrılması vaatlerinde bulunuyor. Böylelikle SPD, Yeşiller ve Die Linke´nin orduya veya emniyet teşkilatına bakışında belirli farklar olsa da üç parti de toplumsal tehdidin sağdan geldiğini ve bununla mücadele edilmesi gerektiğini belirtiyor. Dikkat çeken şeylerden biri de AfD dışındaki tüm partilerin seçim vaatlerinde iklim konusunun (iklim nötralizasyonu talebi vb.) yer almasıdır. Bu şekilde bakıldığında, Federal Meclis'te bulunan tüm partiler olası hükümet ortakları olarak uluslararası mesaj vermekte ve Paris Antlaşması´na uygun politikalar üretmeye aday olduklarını göstermektedir. "Gelecek için Cuma“ adlı inisiyatifin (Fridays for Future) ve iklim değişikliği konusunda algıların güçlendiği zamanlarda çevrenin korunması üzerine politika üretmeyen bir parti kendi kendisini bitirecektir. Bugün BP gibi şirketler bile yeşil enerji söylemleri ile kendilerini temizlemeyi deniyor.
Sonuç olarak göçle ilgili meseleler, AfD etkisiyle yalnızca merkezi bir seçim gündemi olmakla kalmıyor aynı zamanda sağa yönelişin tüm toplum kesimleri tarafından deneyimlenmesini de beraberinde getiriyor. Dahası, bu konu aynı zamanda toplumu gerçekten etkileyen ve tepkiye yol açan bir konu. Önceki başlıklarda az da olsa görünen farklılıklar, göç söz konusu olduğunda net bir şekilde belirlenebilir durumda değil.
CDU, ‘NİTELİKLİ’ GÖÇMEN İSTİYOR
Bu seçimler ya Almanya´nın sağa ne derece yöneldiğini gösterecek ya da sağcıların sesinin yalnızca bir azınlık olduğu kanıtlanmış olacak. Çünkü CDU/CSU´nun seçim programı "tarihi geçmiş“ düşünceler bütününden başka bir şey sunmuyor. Programda bu konuda özetle "göçe evet ama yükünü biz taşımayalım" deniyor. Somut olarak böyle bir politika, yalnızca masraf yaratmayan göçlerin kabul edilmesi, yani iyi eğitimli ya da elit denilen göçmenlerin Almanya'ya alınması anlamına geliyor. Bunu somutlarsak Hristiyan demokratların daha çok "güvenli ülke"nin belirlenmesi ve bu ülkelerin artırılması dışında bir vaadi bulunmuyor. Bu durum Libya gibi ülkelerin de "güvenli" olarak sınıflandırılması anlamına gelebilir, ki gerçekte bunun ne siyasal ne de nesnel bir karşılığı bulunuyor. Böylesi bir hamlenin uluslararası temeli AB´nin de amaçladığı gibi Kuzey Afrika’dan Avrupa´ya göçün önlenmesi olacaktır. Ailelerin birleştirilmesi gibi meseleler açık bir şekilde zorlaşacaktır. Tıpkı Almanya´da barınma ve kalma hakkı gibi. CDU/CSU mültecilerin suç unsuru barındıran eylemlerine karşı düzenli olarak "sınır-dışı-etme" çağrısı yapıyor. Bu öyle düşünüldüğü gibi büyük suçlar olmaktan ziyade, ileride trafik kurallarına uymama gibi basit suçları da içerebilir. Eğer mülteciler kurallara bütünüyle uyarlarsa onlara müsamaha gösterileceği söyleniyor ama bunun ne anlama geldiği meçhul. Gastarbeiter (Alm. misafir işçi) deneyiminin de gösterdiği gibi "gerçek entegrasyon" muhafazakarların ileri sürdüğü ama kendilerinin de ne anlama geldiğini bilmediği (daha doğrusu bilmek veya ne olduğunu netleştirmek istemediği) bir kavramdan başka bir şey değil. "Gerçek entegrasyon" ırkçı siyasetin ihtiyacına göre gündeme gelebilen bir söylem olmayı sürdürüyor.
SOSYAL YARDIMLAR İÇIN ALMANCA ŞARTI
Elbette, Hıristiyan Demokratlar Almanca öğrenmeye yönelik dil programları açıyorlar. Ancak bunu da iş piyasasına daha hızlı bir şekilde entegre olunacak seviyede tutuyorlar. Entegrasyon programlarına alınacak kişilerin yüksek eğitimli ve pazarın ihtiyaçlarına göre kalifiye edilmiş olup olmamalarına bakarak karar veriyorlar. Kısaca, bu partinin konuya toplumsal bir açıdan yaklaşmadığı, iş gücü piyasasındaki verimliliği ön plana çıkardığı görülüyor. Seçim programlarına bakıldığında AfD´nin de benzer bir politikası olduğu söylenebilir. Bu parti de göçün azaltılmasını ve "güvenli ülke"lerin çoğaltılmasını öngörüyor. Doğal olarak buna benzer politikalar iltica talebi olanlara "yardım" sözcüğü altında daha fazla engel konulmasını da içeriyor. Aile birleşiminin sınırlandırılması ve hızlandırılmış sınır-dışı-etme politikaları bunlardan sadece bazıları. Göç sonrası artık kalıcı veya uzun süreli oturumu olanlara Almanca öğretme fetişi CDU/CSU ´da olduğu kadar AfD´de de bulunuyor. Sosyal yardımların Almanca dilini konuşabilmeye tabi kılınması buna dahil. Son tahlilde iki partinin göç politikaları birbiriyle aynı noktadan yola çıkıyor. Kuşkusuz, AfD´nin programı diğerine oranla bir adım daha öne çıkarak Almanya sınırlarının dışa kapalı tutulması ve sınır kontrollerinin yaygınlaştırılması gerektiğini vurguluyorlar. Tıpkı 1995´de yürürlüğe giren Schengen öncesi zamanlar gibi. AfD ayrıca uluslararası mülteci antlaşmalarının tümünden de çıkmayı öneriyor. Böylelikle bu ırkçı parti defacto olarak Almanya´nın uluslararası ilişkilerden izole edilmesini savunuyor, ki böyle bir hamlenin siyasal, yapısal, diplomatik ve elbette toplumsal sonuçları olacaktır. Hoşgörüden uzak böylesi talepler CDU/CSU´nun gelecekte yönelebileceği siyasal zeminin de ne olduğuna işaret etmektedir.
FDP LİBERAL POZISYONDA
FDP iltica hakkı söz konusu olduğunda açık şekilde daha liberal bir pozisyonda yer alıyor. Verimlilik temelli yaklaşımın göç haklarına yansıtılarak savunulması burada da göze çarpmakta. Örneğin göçmenlerin eğitim seviyesi, yaş veya dil becerilerine göre sınıflandırılması elbette bu partide de bulunuyor ancak CDU/CSU´da olduğu gibi sadece "elit göçmenler alınsın" demiyorlar. FDP´nin altını çizdiği şey iş gücü performansı ve temel haklar. Bu noktada zulme uğrayanların iltica hakkı dokunulamaz bir hak olarak kalmaya devam ediyor. FDP Almanya'nın bir göç ülkesi olduğunu ve öyle kalacağını kabul ediyor. Ama konuyu işveren dostu şekilde ve sistem odaklı olarak ele alıyor.
SOL GÖÇMENE YAKIN
SPD, Sol Parti ve Yeşiller´in yaklaşımı göç söz konusu olduğunda biraz olsun değişiyor. Örneğin SPD birden çok vatandaşlığın önemli olduğunu belirtiyor. Ailelerin birleştirilmesinin kolaylaştırılması ve artırılması ihtiyacının vurgulanması da buna dahil. Ayrıca göçmenlere çalışma yasağı getirilmemesini savunuyor. Akdeniz´de yapılan arama kurtarma çalışmalarının suç olmaktan çıkarılması ve iltica hakkının daha insani bir şekilde biçimlendirilmesi talebinin de yeri aldığını eklemek lazım.
Sol Parti'nin (Die Linke) elbette benzer hedefleri var ama onlar artı olarak insani koşullardan uzak olan göçmen kamplarının (Libya´da veya Yunanistan´da olduğu gibi) kaldırılması gerektiğini savunuyorlar. Herkesin Almanya´da kalma hakkı (Alm: Bleiberecht für alle) savunusu merkezi bir konu olarak öne çıkıyor. Öte yandan Yeşiller tıpkı bu iki parti gibi göç yasasının yeniden düzenlenmesi ve insanileştirilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Bu partinin göç konusunda ağırlık verdiği meseleler, göçmenlerin Almanya´daki toplumsal yaşamlarına yönelik sosyal hizmet ve imkanların artırılmasına yönelik; örneğin çocuk bakım evleri ve ücretsiz dil kurslarının ve mesleki eğitim imkanlarının çoğaltılması, sağlık ve toplumsal hizmetlerin daha ulaşılabilir olması vb.
AŞIRI SAĞCI AfD İLE BENZER POLİTİKALAR
Göçmenler ile ilgili tutumlarıyla bütün partiler nasıl bir Almanya tahayyül ettiklerini ve ne için çabaladıklarını gösteriyorlar. Netleşen şey, Hıristiyan Demokratların ve AfD´nin pozisyonlarının birbirlerine yakınlaşmış ve özellikle göçmenler söz konusu olduğunda sağ bir politikada ortaklaşmış olduklarıdır. Die Linke, Yeşiller ve SPD ise daha açık bir toplumsallıktan yana. FDP bu konuda biraz daha ortada durmakla birlikte göçmenlere (ekonomik perspektiften yorumlamakla birlikte) ağırlık veriyor.
GÖÇMEN ADAYLAR AZ
Adı geçen partilerin açıklık, anlayışlılık ve göçü hoş karşılama perspektifine sadık kaldıklarını veri alır ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelen göç dalgasını da göz önünde tutarsak bu partilerin göç arka planı olan aday sayısının gülünç denecek kadar az olduğu söylenebilir. Türkiye - Almanya İş Gücü Antlaşması´ndan 60 yıl, Yunanistan - Almanya göç antlaşmasından 61 ve İtalya ile imzalanan antlaşmadan 66 yıl geçmiş ve "misafir işçi"lerden sonraki beşinci kuşağa gelinmişken aday oranı çok yetersiz.
Bu konuyu insanların gözünde yan yana getirmesi en zor olan iki eyalet, yani Bavyera ve Berlin bazında ele almak istiyorum. Birincisi muhafazakârlığın merkezi diğeri ise çok kültürlülüğün ve dünyaya açıklığın merkezi konumunda. Bavyera´da Yeşiller´in 1-40 arasındaki aday listesinde yer alanların yalnızca ikisi açık şekilde göç geçmişi/arka planı (Alm. Migrationshintergrund) olan kişilerden oluşuyor. Daha açık olmak gerekirse Ekin Deligöz (3. sıra) ve Vaniessa Rashid (37. sıra) arasında yalnızca tek bir kişi BIPOC (siyahi, hispanik, yerli veya başka renkteki insanları tanımlamak için kullanılan bir kavram çev.) grubunda yer alıyor. Rashid yüzde 45´lik bir göçmen oranı olan Münih şehrinden aday. Yüzde 47 oranında göçmen nüfusu olan Nürnberg şehrinden ise BIPOC bir aday yok. SPD´nin Bayern eyaletinde BIPOC olan hiçbir adayı bulunmuyor. Die Linke ise bu eyalette de insanların göç arka planlarına rağmen aday olabileceklerini gösteriyor. Peki durum Berlin´de nasıl görünüyor? Berlin´deki göçmen oranı pek çoğunun zannettiğinden az ve yüzde 35´lik bir oran ile hem Münih hem Nürnberg'in gerisinde kalıyor. SPD başkentteki 12 kişilik listesinden iki aday çıkarmış durumda. Yeşillerde ise bu sayı 20. sırada yer alan tek bir kişiyle somutlanıyor. Die Linke´nin ilk 10 adayı arasında göç geçmişi olan tek bir aday bulunuyor. Eyalet meclislerinin ortalamasına baktığımızda, vekillerin yalnızca yüzde 10´u göç geçmişi veya arka planı olan adaylardan oluşuyor. Kuzey-Ren-Vestfalya eyaletinde ise bu sayı yalnızca yüzde 3 ile sınırlı. Oysa Almanya'daki toplam nüfusun yüzde 27´si göçmenlerden oluşuyor!
SOL PARTİ'NİN BİLE GÖÇMEN KOTASI YOK
Hem SPD hem Yeşiller hem de Die Linke´nin göçmen kökenli pek çok üyesi bulunuyor. Ama ne adaylık sıralarına gelince ne de bu tür adayların temsil oranlarına gelince bir artış söz konusu. İsmi geçen partiler kadın, LGBTIQ+ ya da engelli birey kotaları söz konusu olduğunda adımlar atmış gibi görünüyorlar. Fakat bu partiler "misafir işçi"lerden 60 yıl sonra bile hala göçmen dostu bir yüz kazanamamışlar ise burada yapısal bir hegemonya değişikliğe gitme ihtiyaçları su yüzüne çıkmış demektir.
Kendi deneyimlerimizden uzak ve uzak kalmaya devam eden ve bizi ilgilendiren politikalar üretmeyen kişiler tarafından "temsil" ediliyoruz. Bunun en iyi örneğini en azından belediyeler veya eyaletler düzeyinde görmek mümkün. 60 yıl sonra bile insanlar Alman vatandaşlığı olmadığı sürece oy kullanamıyor ya da aday olamıyorlar. Sadece lafta kalan vaatler yeterli değil. 1998 yılında koalisyon hükümeti kuran SPD ve Yeşiller, AB vatandaşı olmayanların -en azından belediye başkanını- seçebilmelerine yönelik bir yasa hazırlama girişiminde bile bulunmamışlardı.
BİZE ÇOK İŞ DÜŞÜYOR
Bugün belki de yeniden benzer bir hükümet kurulabilir ama bu tür bir yasal dönüşüme imza atacaklarını beklememek gerekiyor. Bu şu anlama da geliyor: AB vatandaşlığı olmayan bireylerin demokratik süreçlere katılım hakkı başta belediyeler olmak üzere bütünüyle boşlanmış durumdadır. Eyalet ve Federasyon boyutundan baktığımızdaysa göç deneyimi olan adayların artırılmasına yönelik bir çabanın olmadığı görülmektedir. Eğer göçmenler olarak bizler SPD, Yeşiller ve Die Linke gibi partilerden bile ancak zar zor destek görebiliyorsak, ne yapacağız? Belki bu meseleyle ilgili olarak yeniden seçim programlarına dönmekte yarar vardır. Elbette bu partilerin gerçekten göçmen yanlısı olan politikaları bire bir hayata geçirmesini ya da geçirebileceklerini beklemiyoruz. Ama üç partinin de bir şekilde koalisyon altında bir araya gelmesi ve çoğunluğu sağlaması gerek. Tavizler mutlaka verilecektir. Kırmızı-Kırmızı- Yeşil hükümeti gerçekleşmez ise herhangi bir partinin CDU/CSU ile koalisyona girmek zorunda kalacağı öngörülüyor. Yani bu noktada seçimler SPD´nin veya Yeşiller´in CDU/CSU ile "ortanın sağı" bir koalisyona girip girmeyeceğine veya "ortanın solu" bir hükümete CDU/CSU´nun ortak olup olmayacağına kilitlenmiş durumda. Almanya´nın sağa yönelişinin derinleşmemesi, daha tehlikeli hale gelmemesi (Hıristiyan Demokratları da yanına alıp daha şiddetli hale gelmemesi) böylelikle de yeni bir "sağ normalite"nin topluma dayatılmaması için bu seçimlerde oylar daha güçlü bir şekilde sol, demokratik ve programsal olarak daha "insani" olan partilere verilmeli. Böylece Almanya'nın çoğunluğunun -neo-nazi kıyafetlerine bürünmüş şekilde- Biedermann´ların sağ sloganlarını söylemekten imtina etmediği bir havaya girmesine engel olunabilir. Komplo teorisyenleri ve yalnızca beyaz bireyleri görmek isteyen romantikler dizginlenebilir. SPD, Die Linke veya Yeşiller için oy vermek, Almanya´nın sağa yönelmesine, insanlık düşmanı politikalar yürütülmesine engel olmak isteyenlere oy vermek anlamına gelecektir. Bu oylar 16 senedir doğa için yapılandan daha fazlasını yapmak ve alman egemen kültürü (Alm. Leitkultur) tartışmalarından uzaklaşmayı sağlayacaktır.
Öte yandan göç geçmişi olanların solda konumlanmış böylesi bir koalisyona en sonunda bu partilerin iç ve yapısal sorunlarını göstermeleri ve yüzde 100 Alman olmayanların da toplumsal, gündelik problemlerine yönelmelerini sağlamaları gerekiyor. Çünkü bu sırada yalnızca toplumsal tabanda değil, partilerin içinde de göçmen grupları kurulmuş durumda ve göçmen partisi çağrısı gittikçe yükseliyor. Yani eğer partiler "her zamanki" hallerine devam etmek istiyorlarsa bu seçimler SPD, Yeşiller ve Die Linke´nin herhangi bir şey yapmadan göçmenlerden oy alabildikleri son seçim olacak. Böylesi alternatif bir parti somut anlamıyla henüz mevcut değilse bile kendi kendisini yaratıp 2025´teki seçimlere ayrı bir parti olarak girebilir. Bu bir parti olmak zorunda değil elbette. Parlamento dışı hareketler daha görünür hale gelip mevcut iktidar partilerini zor durumlara sokabilirler. Yani eğer demokratik üçlü ciddi bir tartışma sürecinden geçip öz-eleştirilerini yapmaz ise, parlamenter siyasetin geleceği, göçmenler ve göçmen kökenliler için karanlık görünüyor.
Bu seçimleri özel kılan tek şey Merkel´in seçime yeniden girmiyor olması değil. Mesele, bir kopuş yaşanıp yaşanmayacağına, Almanya´da siyasetin daha özgür bir topluma yönelip yönelmeyeceğine kilitlenmiş durumda.
Sizce hala "seçimler sönük geçiyor" diyebilir miyiz?