Merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki sınır aşınıyor mu?

Derya Uzunkala - Dr., Paris 8 Üniversitesi
Son on yılda Avrupa’da aşırı sağ, istisnai bir olgu olmaktan çıkıp kıtanın siyasal dengelerini dönüştüren kalıcı bir güç haline geldi. Bu yükseliş, artan göç hareketleri, ekonomik belirsizlikler ve toplumsal kutuplaşma tarafından beslenirken, merkez sağ partiler de bu dönüşüme farklı stratejilerle yanıt veriyor. Kimi zaman merkez siyasetin sınırlarını koruyarak mesafesini muhafaza eden merkez sağ, kimi zaman da aşırı sağ söylemlere yönelerek bu yükselişten faydalanmaya çalışıyor. Fransa’da Cumhuriyetçiler (Les Républicains) içindeki bazı siyasetçilerin Marine Le Pen’in göç ve güvenlik politikalarına yakınlaşması, İtalya’da Giorgia Meloni’nin merkez sağ koalisyon ortaklarıyla kurduğu ittifak ve Hollanda’da merkez sağ VVD’nin Geert Wilders’in aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) ile müzakere masasına oturmaya açık olması, merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığını gösteriyor.
Avrupa’da aşırı sağın siyasette normalleşme sürecine en uzun süre direnen ülkelerden biri olan Almanya, CDU’nun AfD’nin desteğini alarak sunduğu yasa tasarısıyla bu çizgiyi aşma sinyalleri veriyor. Magdeburg’daki Noel Pazarı saldırısının ardından kamuoyunda göç ve güvenlik konularına yönelik daha sert önlemler tartışılmaya başlanırken, CDU’nun Federal Meclis’e sunduğu yasa tasarısı da bu sertleşen yaklaşımın somut bir adımı olarak değerlendiriliyor. Tasarı, aile birleşimi hakkının kısıtlanmasını, suça karışmış yabancıların daha hızlı sınır dışı edilmesini ve göç politikalarının sıkılaştırılmasını öngörüyor. Bu girişim, göç ve güvenlik konularında sertleşen siyasi söylemin artık yasal düzenlemelere dönüşmeye başladığını gösteriyor. CDU, AfD ile resmi bir ittifak içinde olmadığını savunsa da yeni yasa tasarısı aşırı sağın göç politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Bu gelişme, II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşturulan aşırı sağın siyasal meşruiyet kazanmasını engellemeye yönelik mutabakatın (Brandmauer/Cordon Sanitaire) ciddi şekilde aşınmakta olduğunu gösteriyor.
İZOLASYON POLİTİKASI ÇÖKÜYOR MU?
CDU, SPD ve Yeşiller gibi partiler, aşırı sağ partilerle hiçbir şekilde iş birliği yapmama ilkesini benimseyerek siyasal meşruiyet kazanmalarını önlemeye çalışmıştı. Ancak 2013’te AB karşıtı bir hareket olarak kurulan AfD, 2015 mülteci krizinin ardından göçmen karşıtı, milliyetçi bir çizgiye kayarak hızla yükseldi. Merkel’in “Bunu başarabiliriz” söylemiyle mültecilere kapıyı açması, muhafazakâr seçmende tepki yaratırken AfD’nin güçlenmesine zemin hazırladı. Merkel yönetimindeki CDU, AfD ile arasına net bir sınır çizerken, Merz liderliğindeki CDU göç politikalarında sertleşerek AfD’ye giden muhafazakâr seçmeni geri kazanmayı hedefliyor. Ancak bu hamle, CDU’nun AfD’nin siyasal meşruiyetini dolaylı olarak güçlendirmesi ve güvenlik kordonunun fiilen sona ermesi anlamına da gelebilir.
CDU’nun bu stratejisi, kısa vadede sağ seçmeni geri kazanmaya yönelik bir hamle olarak görülse de uzun vadede aşırı sağın daha da güçlenmesine yol açabilir. Parti, AfD’ye mesafesini koruyamaması halinde, aşırı sağ söylemlerin etkisine daha açık bir hale gelebilir. 1933’te muhafazakâr partiler Hitler’i ‘kontrol edilebilir’ bir figür olarak görerek iş birliği yapmış, ancak bu stratejik hesap felaketle sonuçlanmıştı. Bugün CDU’nun AfD ile arasındaki çizginin giderek silikleşmesi, Almanya’nın aşırı sağa karşı inşa ettiği siyasi bariyerin erimekte olduğunu gösteriyor. Bu nedenle Almanya’daki liberal ve sol çevreler, CDU’nun bu yönelimini yalnızca taktiksel bir hamle değil, ülkenin demokratik düzenine yönelik uzun vadeli bir tehdit olarak değerlendiriyor.
AVRUPA BAĞLAMINDA ALMANYA’DAKİ DEĞİŞİM
Almanya’da yaşanan bu mevcut değişim, Avrupa’daki sağ popülist siyasetin genişleyen etkisi bağlamında ele alınmalı. İtalya’da Giorgia Meloni liderliğinde aşırı sağ kurumsallaşırken, Fransa’da Marine Le Pen’in söylemleri ana akımlaşmakta, İspanya’da ise Halk Partisi (PP) yerel yönetimlerde aşırı sağcı Vox ile ortaklıklar kurmaktadır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde merkez sağ partilerin aşırı sağa yaklaşarak seçmen kaybını engellemeye çalıştığı bu süreç, aşırı sağın siyasal meşruiyetini hızlandıran bir dinamiğe dönüşüyor.
DEMOKRATİK HAFIZA KORUNABİLECEK Mİ?
Almanya bugüne kadar bu eğilime en uzun süre direnç gösteren ülkelerden biri oldu. Ancak Hristiyan Demokratların politik duruşu, fiilen aşırı sağ ile fiili bir kesişme noktasına gelerek bu direncin kırılmasına neden oluyor. Eğer CDU, AfD’nin desteğini almak ya da ona giden muhafazakâr oyları geri kazanmak uğruna aşırı sağ söylemleri benimseyen bir stratejiyi sürdürürse, Almanya’nın demokratik bariyerleri daha da zayıflayabilir. Bu süreç yalnızca Almanya’nın iç dinamiklerini değil, Avrupa genelinde merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki sınırları da daha belirsiz hale getirebilir.
Ancak sürecin nasıl ilerleyeceği, Almanya’daki siyasi aktörlerin ve toplumsal dinamiklerin vereceği tepkiye bağlı. Bugüne kadar Almanya, aşırı sağa karşı en güçlü reflekslere sahip ülkelerden biri oldu. Geçtiğimiz hafta ülke genelinde gerçekleşen kitlesel protestolar, toplumun önemli bir kesiminin bu politik erozyona direnç gösterdiğini ortaya koydu.
Almanya’nın aşırı sağ ile arasındaki duvarın yıkılması, yalnızca Berlin’in değil, tüm Avrupa’nın siyasetini yeniden şekillendirebilir. CDU’nun AfD’ye yaklaşımı, yalnızca taktiksel bir oy kazanma hamlesi değil, kıtanın siyasi dengelerini değiştirebilecek bir kırılma anıdır. Eğer Almanya, aşırı sağın çizgisine daha fazla yaklaşırsa, bu yalnızca kendi demokratik hafızasını değil, Avrupa'da merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki sınırları da tamamen belirsizleştirebilir. Bugün Almanya, ya demokratik reflekslerini koruyarak bu siyasi erozyonu durduracak ya da Avrupa’daki aşırı sağın yükselişini hızlandıran bir ülke haline gelecektir.