Cumhuriyet döneminin en yaşamsal politikası, eğitim/öğretimi bilimsel hale getirip yaygınlaşmasını sağlamaktı...

Orhan Koloğlu’nun, Türkçenin tarihsel akışını ve diğer dillerle olan bağlarını çözümleyen “Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız” adlı kitabında yeni Cumhuriyette, okuryazar oranının yüzde 2 ile 4 arası gibi çok düşük bir düzeyde olduğu gerçeği yazılıdır!

Bu gerçeği gören Atatürk ve arkadaşları kurdukları Türkiye Cumhuriyeti’ni, eğitim temelleri üzerine oturtmayı öncelikli hedef olarak belirlediler…

Doçent Dr. Ahmet Kuyaş’ın araştırmasında ,”“Tevhidi Tedrisat ve 1928’de harf devrimiyle birlikte Cumhuriyetin 10’uncu yılından sonra, okuryazar oranın yüzde 19,25’e çıktığı” saptanmaktadır!

***

Yani, AKP’li Erdoğan’ın,” 10 Kasım 2019 Atatürk’ü Anma Programı’ndaki konuşmasında söyledikleri, “Osmanlı’da okuma-yazma oranı çok düşükmüş… Hepsi yalandır, iftiradır. Harf Devrimi’yle her şeyin sıfırlandığını eklediğimizde elbette ülkemiz okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bir dönem yaşadı ama bunun suçunu Osmanlı’ya yüklemek bir bühtandır” sözlerinin gerçeği yansıtmadığı gibi Cumhuriyetin kurucularına olan kin ve nefret duygularının dışa vurumu olduğunu bir kez daha anlamaktayız!

***

Oysa Prof. Dr. Zafer Toprak, “Arap alfabesinin Tanzimat sonrası epey eleştiriye uğradığı, Türk dilinin gereklerine uymadığı ve Latin alfabesine geçiş çalışmalarının yapıldığını” belgeleriyle açıklıyor...

Görülen o ki; Tarihini dahi bilmeyenlerin iktidar olması ülkemiz için en büyük şansızlıktır!

***

Bakanlığım döneminde çağa ayak uydurma düşüncesinde olan Azerbaycanlı yöneticiler, Latin alfabesine geçmeye karar verdiler.

T.C. Kültür Bakanlığı olarak Azerbaycan Kültür Bakanlığı’na yüzlerce Latin alfabeli bilgisayar, araç ve gereç hediye etmiştik…

Bugün Sovyetler Birliği’nden ayrılan Cumhuriyetlerin çoğu Latin alfabesi kullanıyor…

***

Arap alfabesini Müslümanlığın simgesi olarak kullanmaya çalışmanın, irticai yaşama dönme, Cumhuriyetten rövanş alma, çağdaşlıktan vazgeçmek olduğunu herkes artık bilmeli!

***

Şayet hala modern dünyaya ve bilimsel eğitime sahip çıkılıyor, her türlü korkutma ve baskıya rağmen sinmeden uygarlığın gerekleri yerine getirilmeye çalışılıyorsa bu durum, kurucu aklın öncelikle bilimsel eğitimde ısrar etmesinin sonucudur!

Köy Enstitüleri, ilkokullar, öğretmen okulları, Halkevleri gibi eğitimde büyük atımlar yapıldığı için Türkiye, bugün hala ayakta durabiliyor!

Kurulan övünülecek bu eğitim kurumları, Türkiye’yi ayakta tutmaya devam ediyor…

***

Her vesileyle ve övünçle 1936’da kurulan Mersin İleri İlkokulu mezunu olduğumu söylerim.

Ve eklerim “hayata dair” ne öğrendiysem o okulda öğrendim.

Çalışmayı, düzeni, sorumluğu, dostluğu, paylaşmayı ve bir yere ait olmayı…

İleri İlkokulunda annem İlhan, ablam Berna ve kardeşim İsmail de okudu.

Cumhuriyetin eğitim seferberliği adına Mersin özel idaresi, Mersin’deki en görkemli okul binasını yaptırdı.

Sadece bina değil, görevlendirilen öğretmenler de bir o kadar çağdaş ve yetkin kişilerdi.

Bir dönem sonra Mersin’in en iddialı öğretmenlerinin görev aldığı İleri İlkokulu, Mersin ve Türkiye’ye hizmet eden edebiyatçı, sanatçı, bilim insanı, siyasetçi, iş insanı ve bürokratları yetiştirdi…

5 yıl boyunca Behriye Hayırlıoğlu öğretmenimdi.

Düşünüyorum da müthiş bir öğretmendi.

Yaşamının tek gayesi öğrencilerinin her şeyi anlayarak öğrenebilmesiydi.

Sevecen, anlayışlı ama bir o kadarda disiplinli, kurallarına bağlı bir kişiydi.

O yaşlarda özgürce düşüncenizi ifade etmenize izin verir. Yanlışınızı düzeltir ama üçüncü defa aynı konuda yanlış yaparsanız sizi affetmezdi…

İlkokulu okuduğum dönemde ikili öğrenim yapılıyordu. Ben hep sabahçı oldum.

Ama her öğleden sonra sabahki yapılan dersleri Behriye Öğretmenimizin nezaretinde yeniden gözden geçirdik.

Sonrasında sınıfımız Mersin Halkevi Binasındaki kütüphanede toplanır, çocuk kitaplarından dünya klasiklerine varıncaya kadar önemli yapıtları okurduk.

İlginç olan Halkevi’ne zorla gitmezdik. Adeta koşa koşa giderdik. Sadece kitap okumaz, Mersinli gençlerin yaptıkları müzik ve tiyatro provalarını, dansları, söyleşilerini arka sıralardan izlerdik.

Büyük bir kültür coşkusunu birlikte yaşardık.

Ertesi gün sınıfta heyecanla gördüğümüz, okuduğumuz ve dinlediğimiz söylevler üzerine düşüncelerimizi anlatır, Behriye öğretmenin gözetiminde keyifli tartışmalar yapardık.

Müzik Öğretmenim İsmail Gedik, nazik ve sevecen sanatçı kimliğiyle “yaşamın en güzel yanı olan müziği” bize öğretir, yaşama sevincinin müzik olduğunu gösterirdi…

***

Sınıfımızda, Türk, Arap, Kürt, Alevi, Sünni, Yahudi, Katolik, Ortodoks, Levanten, kentli, köylü, zengin fakir, işçi, tüccar çocuğu yani her kimlikten ve her sınıftan öğrenci vardı. Ama biz hepimiz birbirimizi ayırt etmeden kucaklaşarak eşitler bütünü olmuştuk…

Yerli malı haftasında herkes evde var olanı getirir, getiremeyenle gizlice paylaşır, Kızılay, Yeşilay, THK gibi kurumlara yapılan bağışları kimse bilmez, kapalı zarfların üzerinde isimlerimiz bile yazılmazdı.

Yani çoğulcu kültürün zenginliğini, paylaşmanın gücünü ve insan olmanın erdemini öğrenmiştik…

Mersin’in yetiştirdiği değerli aydın Selami Gedikİleri İlkokul” adında Mersin Deniz Ticaret Odası teşvikiyle dolu dolu bir kitap yazdı.

İlk defa Mersin’le ilgili geniş kapsamlı bir kitap ortaya çıktı!

Tarihi, ekonomisi ve sosyal yaşantısıyla başucu kitabı olmaya aday bir başyapıt olmuş!

Cumhuriyetin geliştirdiği çağdaş yaşam anlatılıyor!

***

Ya şimdi???

AKP’nin iktidarında eğitilmeyen ve bilgilendirilmeyen kindar ve dindar bir gençlik yetiştiriliyor!

Bu ülkeye ve gençlerimize yazık!!!