Seninle son olarak geçen yıl 10 Ekim’de konuşmuştuk. Buna konuşma derim, ben aslında sesli olarak düşünmüş, sen hep dinlemiştin. Bir yolculuk yaptık, yaşadıkça ve öldükçe unutulmayacak. Ovalar, dağlar, nehirler aştık, bu suskun yolculuk boyunca, gökte rüzgâr, ağaçta yaprak, suda balık, yerin altındaki kırmızı karınca bile nefesini tutmuş, yanıbaşında kadimden bu yan tüm seferleri, cinayetleri, kimliksiz ölüleri defterine yazmış dilsiz dağlar sana selama durmuştu. Ankara’da bir hastanede, yüzlerce kanlı gencecik insanın içinden seni yumuşacık alıp, bir konvoyla, doğduğun topraklara, suların ve dağların ülkesine, köyün Holfenk’in bağlı olduğu Mamekiye’ye ulaşmıştık. Sen hep suskundun, biz müthiş öfkeli, kendilerini patlatıp yüz yedi barışçıyı bizden alanlara hınçla doluyduk, ama kulağımızın altında top atılsa kılımızı kıpırdatamayacak, şah damarımıza keskin bıçak sürülse kanımız akmaz haldeydik. Bir dağın altında buluştuk, o küçük şehrin tarihindeki en büyük kalabalık toplanmış, uğurlamaya gelmişti. Toprağını öptük, dağlara seni emanet ettik. Hayat kaldığı yerden akmaya devam etti. Bilirsin, ölüm basit ve korkunçtur, acıya, yokluğa, işkenceye, hapse, sürgüne, ölüme direnen, bir kuşa ağlayan insan daha çözülmemiştir.

Hatırlıyor musun, Ataç bizi tanıştırdı. Bir öğle vakti, tüm aşiretlerin gelip oturduğu o Demenan kahvesindeydik, o zamanlar yirmili yaşlardaydık, sen galiba on dokuzundaydın, ne o kahveyi, orda duran Demenanlıları, ne de onların tarihini tam bilirdik, ama orada bizi bir şey çekerdi, yaşlıların gözlerinde, damarlı ellerinde, gömlek, üste ceketle örttükleri sırtlarında bir giz vardı, orası bizi kendine bağlar, geçmişe -hiç anlamadan- giderdik. Ataç Haydaranlıydı, babası hepimizi Tertele ile tanıştırmış, devrimci olacağımızı anlayınca durmadan, devlete devlet lazım, deyip çevirmeye çalışmış bir eski zaman anlatıcısıydı. Biz itiraz edip, bir de utanmadan kitabi sözlerle konuşunca, biz duymadık, gördük çocuklar, derdi. Kırım artığı ol yaşlıların çapraz tahta kürsülere oturup sadece demli çay içtiği, hiç konuşmayıp hep yere bakıp düşündüğü o toprak zeminli kahveyi hiç unutamadım. Ataç geldi, işte bu Mesut, dedi. Biz o gün arkadaş olduk, o samimiyet Ankara Tren Garı’na kadar değildi.

Mesut Mak, bir acaip adamdın, genç desem evet on dokuzunda, o kızıl bıyıklar, ya o dev cüsse, öğrenci desem üniversiteye kayıtlı, üstünde askılı işçi pantalonu, onun da üstünde sanayi yağları pul pul, öbek öbek. Holfenkliydin, Demenanı duymamışsındır bile, Demenan yüksek dağların içinde, Holfenk bir gölün kıyısında, Mamekiye’ye değil, Xarpet’e yakın sayılırdın, ama niye sen de hep yere bakıyordun. Holfenk’te on beş öncesi Ermeniler varmış, sonra yok olmuşlar, onların hikâyelerini mi dinledin, yaşlılar birbirine fısıldarken, yüzlerinden mi anladın soba başında, o yüzden mi yere baktın, o öğle vakti, o kahve ortasında.

Sonra öğrendim, Resul Ustanın oğluymuşsun, Sanayi denen beş on araba tamircisinin, üç beş demircinin ekmek mekânındanmışsın, ordan kahveye gelmişsin, üstündeki işçi kıyafetiyle, ben o sanayi bölgesini, orda nafakasını çıkarmaya çalışanları senden sonra tanıdım. Demirci Mehmet vardı orda, herkes Memo Sür derdi, Siliçliydi, cerrah Mıste Siliç’in torunu, bu Siliçliler hep böyle kırmızı yüzlüymüş, köylerinin toprağı da kırmızı, Hardo Sür derlerdi, o kanlı toprağa. Mehmet sen o hastanedeyken, o patlama gecesinin sonunda vardı Ankara’ya, buluştuk üçümüz, Ankara Mamekiye, Ankara Tren Garı Şeğank, o kederli yolculuğu beraber yaptık, hiç konuşmadı, senin kadar sessiz, hep yere baktı, değişmez yazgı.

Bu Demirci Mehmet bir tuhaf adamdır, insanın canını sıkacak kadar sessiz, azcık övsen suratı da kan kırmızı keser, dünyanın görebileceği belki en iyi insandır. Bildirilerin, duvar boyalamalarının, sloganların, toplantılarının zamanıydı, sanayide bizim köşe taşımızdı, elinde boya kutusu, dilinde bir Farsi türkü, ne evlendi, çoluk çocuğa karıştı, ne de davasından vazgeçti, bir ara âşık oldu, paket paket sigara içti ama. O yolculukta bunları, seni, eski yılları konuşmadık, ama baktık birbirimize, ses çıkarmadan çok iyi konuşur insan, bilirsin, yere bakan Demenanlılardan.

Dostum, Ankara Garı 107’lere, annelere, babalara, gözü yaşlı yetim çocuklara, eşine, kızın Deniz’e, Resul Ustaya, annene, kardeşin Deniz’e, Sultan ablaya, kocaman bir ülkeye sanki Kerbela’ydı. Hani bin dört yüz senedir Hüseyin’e ağlar ya millet. Zaman 10 Ekim 2015 sabahı, saat onu dört geçe durdu, sular kesildi, bulut gökte asılı kaldı, kuş uçmadı, o katliamı gören, duyan bir daha eski insan olmadı, saksılar o günden sonra saf keder açtı. Dokuz yaşındaki Veysel çocuğu bile bizden alan bu felaketi anlatacak sözcük daha söylenmedi. Ama birilerinin hakkını helal ettiği sabık Davutoğlu, oylarımız arttı, diyebildi, savcılar dosyayı örttü, geliyorum diyen cinayeti engellemeyen polisler hâlâ yargılanmadı. Elbet ne Kerbela, ne Ankara Garı hesapsızdır. Biz böyle sessiz, hep yere bakmayacağız, dövüşmeyi de hiç kuşkun olmasın biliriz, bilirsin. Sessiz giderken ol eski katara, zamansızdı vakitler okuyamadım, ama bu Ataç, Mehmet ve benden, yüz yediler şahsında sana, suskun ve kederli bir mersiyedir.