Dönem ordu içinde bir takım cuntasal gruplar olduğunu biliyorduk. Bizler, sosyalist görüşü savunan subaylardık. 9 Martçılar, Demirel'e karşılardı ama klasik devletçi bir mantığa sahiplerdi. Yani hem şeriatçı kesime hem de radikal sola karşılardı.

Mesele teslim olmamakta

ZAFER AYDIN

12 Mart’ın 50. yılını geçen hafta geride bıraktık. Askeri darbe mağduru bir devrimci subay olan Atilla Özsever anılarını, Ayrıntı Yayınları’ndan “Mesele Teslim Olmamakta” başlığıyla yayımladı. Daha çok gazeteci kimliğiyle ve altına imza attığı emek haberleriyle bilinen Atilla Özsever, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) Davası’nda yargılanan ve TSK’den ilişkisi kesilip resen emekli edilen bir subay. Sonrasında da TRT’de, Adalet Bakanlığı’nda, merkez medya olarak tanımlanan büyük gazetelerin hepsinde çalışmış, sendikal örgütlenmeler içinde olmuş, işten atılmış, yazdıkları sansüre uğramış, üniversitede hocalık, sendikalarda eğitimcilik yapmış biri. Onlarca badirenin içinden geçmiş, olumsuzluklar yaşamış; defalarca işsiz kalmış; sağ basın tarafından hedef gösterilmiş; ihbar edilmiş ama yaşamına gölge düşürmeden, makam, mevki, güç sahiplerini rahatsız etmekten imtina etmeden, kendi üslubu ve yöntemleriyle mücadelesini sürdüren bir devrimci. Hayatını, mücadelesini ve anılarını kaleme aldığı “Mesele Teslim Olmamakta” kitabından yola çıkarak mikrofonu Atilla Özsever’e uzattık:

12 Mart yargılamalarından ve ihraçlardan biliyoruz ki darbe öncesi kara, hava ve deniz kuvvetlerinden çok sayıda genç subay, sosyalist dünya görüşünü benimsemişti. İlkokulu bitirdikten sonra askeri okullarda baskın karakteri anti-komünizm olan bir eğitimden geçtikten sonra, sola ve sosyalizme yönelimde hangi faktörler etkili olmuştu? Hangi ilişkiler siz THKP-C’ye ve sosyalizme taşıdı?

1968 Türkiye’si, 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortamla birlikte sol, Marksist nitelikteki kitap ve yayınların basıldığı, okunduğu bir atmosfer içindeydi. Kuşkusuz öğrenci gençliğin aktif mücadelesinin yaşandığı, anti-Amerikancı eylemlerin yaygınlaştığı, işçi hareketlerinin ivme kazandığı bir süreci yaşıyorduk. Her ne kadar askeri okullarda, özellikle Kara Harp Okulu’nda komünizm karşıtı görüşler zaman zaman ortaya konulsa da yurtsever, Kemalist, anti-emperyalist yaklaşımlar daha ağır basıyordu. 68 Türkiye’sinin o ortamında da Kemalizm’den sosyalizme geçiş fazla zor olmadı. Özellikle kardeşim Olcay Özsever’in de sosyalist olmamda önemli bir etkisi vardır. Subay çıktıktan sonra görev yaptığımız kışlada bizim gibi düşünen subay arkadaşlarımızla da ilişki kurduk, örgütsel bir birliktelik sürecini girdik. Bu bağlamda havacı subaylarla da ilişkimiz oldu. Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı, THKP-C liderlerinden Mahir Çayan’ın kayınbiraderiydi. THKP-C ile ilişkim bu vesileyle oldu.

Kitabınızda 9 Martçı olmamakla birlikte 9 Martçıların darbe hazırlık toplantılarına katıldığınızı anlatıyorsunuz. Burada nasıl bir tablo ile karşılaştınız? 9 Martçılarla ilişkilerinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ordu içinde birtakım cuntasal grupların olduğunu biliyorduk. Bizler, sosyalist görüşü savunan subaylardık. 9 Martçılar, o zamanki Demirel hükümetine karşı olmakla birlikte klasik devletçi bir mantığa sahiptiler. Yani hem şeriatçı kesime, hem de radikal sola karşıydılar. Örneğin bizim katıldığımız bir toplantıda üst rütbeli bir komutan, ”İktidara geldiğimizde hem imam hatip okullarını, hem de Dev-Genç’i kapatacağız” diyordu. Bizim 9 Martçıların toplantılarına katılma amacımız, “sol” cuntanın niyetini, girişimlerini öğrenmeye dönüktü. Kara Kuvvetleri’ndeki sosyalist subaylar olarak “sol” cuntaya mesafeliydik, nitekim havacı subay arkadaşlarımızla yaptığımız toplantılarda 9 Mart 1971 tarihinde girişilecek bir darbeye kesinlikle katılmayacağımızı bildirmiştik.

15-16 Haziran 1970 işçilerin büyük ayaklanması toplumun pek çok kesiminde olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de işçilere bakış açısınımesele-teslim-olmamakta-855035-1. değiştirdi. 9 Mart’ta darbe hazırlığı içinde olan kesimin kuvvet komutanı düzeyindeki temsilcilerinin, bu girişimden vazgeçerek emir komuta içerisinde bir darbeye katılmalarında, 15-16 Haziran’ın nasıl bir rolü oldu?

15-16 Haziran 1970 olayları öncesinde hemen hemen her düzeydeki subay ve komutanlar, genelde Kemalist çizgide ve Demirel karşıtıydılar, işçi ve öğrenci hareketlerine sempati ile bakıyorlardı. Ancak 1970 direnişi, özellikle binbaşı rütbesi ve üstündeki komutanlarda tepkiyle karşılandı, bu olaylar bir “ayaklanma” olarak nitelendirildi. İşçilerin “çizgiyi” aştığı öne sürüldü. Bu olaylardan sonra Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır” sözünü de hatırlamakta yarar var. 9 Martçıların 15-16 Haziran olaylarından etkilenip bir darbe girişiminden vazgeçip geçmediklerini bilemem. 9 Martçılarla birlikte hareket ettiği öne sürülen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un daha çok ordu içindeki dengeleri gözettiği, bir darbe girişiminin başarılı olup olmaması konusunda tereddütlü olduğu ve özellikle Gürler’in ürküp çekingen kalması sonucu, 9 Mart hareketinin gerçekleşmediği belirtiliyor. Ayrıca Tağmaç, 7 Mart’ta bir çağrı yaparak tüm kuvvet ve ordu komutanlarını 10 Mart’ta Ankara’da toplantıya çağırmıştı. Bu durumda Tağmaç’ın ön alması, Gürler’i etkilemiş ve 9 Mart kararından vazgeçirmiş olabilir. Sonuçta 12 Mart 1971 tarihinde emir komuta zinciri içerisinde bir muhtıra verilerek “hakiki” darbe sürecine geçildi.

Mahir Çayan ve arkadaşları sizin görev yaptığınız Zırhlı Tugay içindeki Askeri Cezaevi’nden firar ettiler, bu firarda ne gibi bir rolünüz oldu?

Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı, Mahir’lerin cezaevinden kaçmayı planladıklarını, içeriyle bu irtibatın nasıl sağlanacağını sormuştu. Bu konuda yardımımız oldu. Savaşçı, daha sonra Mahir’lerin tünel kazdıklarını ancak tünel çıkışında yine Tugay’ın sınırları içinde kalacakları için Ankara asfaltına (bugünkü E-5 karayoluna) kadar olan bölgenin bir krokisinin olması gerektiğini söyledi. Ben de iki arkadaşla birlikte 2. Zırhlı Tugay’ın Ankara asfaltına bakan bir yerinde sütre gerisine yatıp dürbünle araziyi gözlemleyerek kroki çizdim ve bu krokiyi daha sonra Mahir’lere ulaştırdık. Fakat Mahir’ler akşamüstü tünelden çıkış yaptıklarında havanın kararması ve tabii ki firar olayının heyecanı içerisinde bizim çizdiğimiz krokiden pek yararlanamamışlar, Ankara asfaltına başka bir yerden inmişler. Sonra da daha önceden bildikleri evlere gitmişler.

Nasıl tutuklandınız ve neler yaşadınız?

13 Şubat 1972 günü Tatvan’daki 10. Tümen’de görevliyken gözaltına alındım. Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’da üç yıl görev yaptıktan sonra 1971 yazında Tatvan’a tayin oldum. Üsteğmen rütbesinde iken gözaltına alınıp İstanbul Harbiye Merkez Komutanlığı’na getirildim. Oradaki hücrelerde 30 gün kaldıktan sonra Ziverbey Köşkü ya da diğer bir adıyla Zihni Paşa Köşkü’nde, yani Kontrgerilla Karargâhı’nda işkence gördüm ardından da tutuklanıp Selimiye Askeri Cezaevi’ne gönderildim. 2.5 yıl cezaevinde kaldım. İki davadan yargılandım; birisi Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü davası, diğeri de Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi (THKP-C) davasıydı. 1974 yılında çıkarılan bir af kanunuyla 12 Temmuz 1974 tarihinde özgürlüğüme kavuştum. Bu süreci, kitabımda daha detaylı olarak anlatıyorum.

Tahliye olduktan sonra bir anlamda hayata sıfırdan başladınız, bu aşamada yaptıklarınızdan ve yaşadıklarınızdan kısaca söz edebilir misiniz?

Hapisten çıktıktan sonra TRT’nin sınavlarına girdim. Kazandım, muhabir olarak başladım. Ali Kırca, Ayşenur Arslan benimle birlikte TRT’ye giren arkadaşlarımdı. Güvenlik soruşturması yapıldı, olumsuz geldiği için Mayıs 1975’te işime son verildi. Daha sonra İsmail Cem’in çıkardığı Politika gazetesinde çalıştım. İşçi sınıfını yakından tanımak amacıyla 1977 yılında Yol-İş sendikasına uzman olarak girdim. Ayni zamanda iktisat tahsili yapıp Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) çalışma ekonomisi alanında doktoraya başladım. Yol-İş’te de, hâlâ çok fazla nedenini anlayamadığım bir şekilde, muhtemelen sosyalist olduğumdan ve sendikanın dergisinde, eğitim çalışmalarında radikal bir tutum gösterdiğimden işime son verildi. Dört ay işsiz kaldıktan sonra Ecevit’in başbakanlığı döneminde 1978 yılında Adalet Bakanlığı’nda basın müşavirliği görevine başladım. 12 Eylül 1980 darbesi oldu, Adalet Bakanlığı’nda bir süre çalıştıktan sonra ayrılmak durumunda kaldım. Yurt Ansiklopedisi’nde çalıştım. 1984’ten itibaren de tekrar yazılı basına geçtim. Hürriyet gazetesinde de üç yıla yakın çalıştıktan sonra bir anlaşmazlık nedeniyle işime son verildi. Ardından Günaydın, Sabah ve Milliyet gazetelerinde çalıştım. Milliyet’te 1993 yılından itibaren Emek ve İnsan sayfasını hazırladım. Sayfa, gazete yönetimi tarafından 2000 yılında kaldırıldı, bir süre daha Milliyet’te çalıştıktan sonra 2002 yılında bu gazeteden de ayrıldım. Gazetecilik dönemimde TGS, TGC, ÇGD, İLAD gibi basın örgütlerinde yöneticilik yaptım. SBF’de başlayan doktora tezimi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladıktan sonra 2003 yılında Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevine başladım. Bu üniversitede 2011 yılına kadar kadrolu, 2019 yılına kadar da dışarıdan ders saat ücretli olarak çalıştım. Gazetecilik dönemimde 1989 bahar eylemleri, 1999 mezarda emeklilik yasası, Emek Platformu’nun kuruluşu, TEKEL direnişi dahil işçi sınıfı tarihinin önemli olaylarına tanıklık ettim.

Yaptığınız birçok işin yanında esas iş gazetecilik. Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

O dönemki merkez medyada, yani büyük gazetelerde Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) örgütlüydü. Gazete yöneticileri de sendikalıydı. O nedenle işçi haberlerine ilgi gösteriliyordu. 1991’den itibaren gazetelerdeki sendikal örgütlenme tasfiye edilmeye başladı. 1993 yılında göreve başladığım Milliyet, bir şekilde kitle gazetesi olduğu için çalışanların, emeklilerin haberlerine yer veriyordu. Zaman zaman haberlerim sansüre uğrasa da Emek ve İnsan sayfası devam ediyordu, çalışan kesim, yani okurlar da sayfaya sahip çıkıyordu. Ancak işverenlerin baskısı sonucu 2000 yılında sayfaya son verildi. Daha sonra da gazeteden ayrılmak zorunda kaldım.

Kitabınız bize bir kez daha hatırlattı ki, basında sendikasızlık, sansür, baskı, tek seslilik, farklı görüşlere karşı tahammülsüzlük yeni bir olgu değil. Bugün yaşananlar eski alışkanlıkların katlanarak büyümesi, derinleşmesi. Kişisel deneyimlerinizin ışığında basının dünkü ve bugünkü halini kıyasladığınızda ne görüyorsunuz?

1980’lerden itibaren holdinglerin basına girmesi sonucu medyanın mülkiyet yapısında değişiklik meydana geldi. Medya patronları hem gazete, hem televizyon, hem de banka başta olmak üzere çeşitli şirketlerin sahipleri olmaya başladı. Gazeteciler de sağlıklı bir örgütlenme içinde olmadıklarından ve sendikal hareketin de zayıflaması sonucu sermayenin medyadaki egemenliği pekişti. AKP döneminde ise tamamen bir tek seslilik hâkim oldu, merkez medya iktidarın baskısı ve para gücüyle el değiştirip “yandaş medya” haline geldi. Merkez medya, eskiden da sermaye yanlısıydı ama AKP döneminde tamamen iktidarın kontrolüne girdi. Dürüst gazeteciler, hapisle tehdit edildi, cezaevine girdi. BirGün, Cumhuriyet, Evrensel gibi gazeteler ve Tele-1, KRT, Halk TV gibi televizyonlar gerçek habercilik yapmaya çalışıyorlar ama onlar da büyük baskılar, ceza tehditleri altındalar. Yine de bu medya kuruluşları, halkı doğru bilgilendirmek, gerçek habercilik için büyük çaba harcıyor. Öte yandan medyanın yüzde 95’ine hâkim olan “yandaş medyanın” yayınları ise pek izlenmiyor ve toplum nezdinde büyük itibar kaybediyor.

12 Mart’ın 50. yılında bugünden geriye doğru baktığınızda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Sol kesimin hem askeri, hem sivil darbelere karşı bir birliktelik oluşturması, özellikle sosyalist solun bir odak oluşturarak işçi sınıfı ve emek kesimiyle daha sıkı bir örgütsel bağ içine girmesi, kamucu, aydınlanmacı, laik ve emek eksenli bir alternatif ortaya koyması, dolayısıyla CHP ve diğer muhalif kesimleri de etkilemesi gerekir diye düşünüyorum…