Meskeni dağ, macerası halk olan...

Şubatın 25’inde doğmuştu, 1907’de. Onun yaşamına son verenler, hâlâ şaşkındırlar nasıl da devam ediyor yaşamaya diye. Mezarı yoktur. Mezarı olmayınca nereye gömülmüş öyleyse? Halkın kalbine, mavi siyah karanlığa, bir yıldız olarak gökyüzüne mi? Halkın diliyle halkı yazan bir büyük yazar başka nereye gömülebilir ki. Macerası ülkesinin macerası olan şair nereye gömülsün. “Başım dağ saçlarım kardır/Deli rüzgarlarım vardır/Ovalar bana çok dardır/Benim meskenim dağlardır” dememiş miydi? “Şehirler bana bir tuzak/İnsan sohbetleri yasak/Uzak olun benden, uzak/Benim meskenim dağlardır” diye yazmadı mı? Gazetecilik yaptı, mahpusluk yaptı, Kuyucaklı Yusuf’u, Kürk Mantolu Madonna’yı, İçimizdeki Şeytan’ı yazdı. Onlarca öyküsü Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk adlı kitaplarındadır...

İkinci Dünya Savaşı’nın karneli, karartmalı, sıkıyönetimli yıllarındayız. Her açıdan zordur hayat; gelir azalacak, yiyecek içecek bulmak bir dert olacaktır. Artık geceleri ışıklar kapatılmakta pencereler koyu renk kağıt ya da benzer malzemeyle sıkıca örtülmektedir. Karısı Aliye’ye mektuplarından birinde şöyle yazar: “Bugün Çankaya Kaymakamı’nı gördüm ‘sizin eve ışık karartmadan boyuna ceza yazıyorlar, ben siliyorum!’ dedi. Aman, günün birinde silinmeyecektir, elli papeli sularız, dikkat et.” (Hep Genç Kalacağım; YKY. sf.411) Pahalılık çok dikkatli harcama gerektirmektedir; bir başka mektuptan, “Eylül başında da mektebe gider... maaş ve ücretimi alırsın, Mecmuu 260 lira eder. Bundan kendine şu miktarı ayırırsın. 50 ev kirası, 90 ev masrafı için sana, 10 manifaturacı, 10 elektrik, 10 sütçü. Bu miktarda geri kalan 90 lirayı da İzmir’e bana yollarsın. Anneme ve Kemal’e ben buradan yollarım. Mantoluk kumaşı da ben alırım, Vaat ettiğim şeyi yaparım, bilirsin.”

Kızı Filiz’i ise derecesiz özlemektedir. “Dün acayip bir rüya gördüm diye yazar, Ankara’da evde imişiz, büyük bir zelzele oluyor, bu kışın olan zelzeleden çok daha kuvvetli, fakat eve bir şey olmuyor, ben telaşla Filiz’i alıp kaçırmak için Filiz’in karyolasına koşuyorum. Fakat içinde Filiz yok. (...) Uyandığım zaman çok merak ettim, fakat böyle şeylere inanmadığım için kendimi avuttum. Bana Filiz’in sıhhati hakkında çok mufassal malumat ver. Bilhassa ateşi hakkında kati şeyler yaz, merak ediyorum.” (a.g.y. sf.407-408)

CİNAYETİ BİLENLER BİLMEYENLER

Dönemin karışık, karmaşık siyasi durumundan söz ettik. Aydınlara, gazetecilere baskılara devam. Bir gazete kapanır yenisi çıkar, yılmayan kahramanların zamanıdır o yıllar; düştüklerinde ayağa kalkıp devam edenlerin. Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi’ndeki konukluğundan sonra 1946’da Markopaşa yazılarından da üç aya mahkûm oldu. Daha sonra Mehmet Ali Aybar’ın Zincirli Hürriyet gazetesine yazdığı bir yazı nedeniyle kovuşturma başlatılır. Sırça Köşk adlı romanı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. İşsizdir artık. Nakliyecilik yaparak yaşamak, evine bakabilmek planını hayata geçirmeye çalışırken kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. Kimin, kimlerin cinayeti işlediğini, kimin ya da kimlerin emir verdiğini bilmiyoruz. Genellikle doğru çıkan tahminlerimiz var kuşkusuz. Kimler emir verir, kim tetiği çeker konusunda doğrulanmış tarih bilgisine sahibiz. Değerli yazar Hıfzı Topuz da cinayetin iddia edildiği ve teslim olan zanlının mahkemede söylediği gibi olmadığını düşünenlerden. Sabahattin Ali’nin hayat hikâyesini anlattığı “Başın Öne Eğilmesin” adlı belgesel romanda da Sabahattin Ali’nin Bulgaristan sınırına epeyce uzak bir yerde tutuklanıp, yöredeki bir karakola götürüldüğünü, orada tüm bedeni işkence altında acımasızca paramparça edildiğini kapsamlı bir şekilde anlatmaktadır.

Hıfzı Topuz ayrıca çok önemli bir başka bilgiye de kitabında yer veriyor. Demokrat Parti iktidarının önemli politikacılarından Samet Ağaoğlu’nun ölümünden sonra 1992’de yayımlanan anılarında şu bilgi yer alıyor: “Dün (16 Ocak 1948) Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin 10 gün kadar evvel olduğu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü anlattı. Açılan yolun çok fena olduğunu söyledim.” (Başın Öne Eğilmesin, Remzi Kitapevi. sf.255) Menderes’in “meydana çıkarmaktan” kastının ne olduğu tam anlaşılamamaktadır. Büyük olasılıkla “hadisenin nasıl izah edileceği” kastedilmektedir.

MEMUR MU OLAYIM SAVAŞAYIM MI?

Son olarak kendi ifadesiyle dünya görüşünü, mücadele konusundaki içten görüş ve duygularını aktardığı bir belgeye daha bakalım. Bakalım ki, havada uçuşan tezlerin, teorilerin anlamsızlığı bir kere daha ortaya çıksın. Şu kirli sarı sisin tüm dünyayı bir kere daha tehdit ettiği bugünlerde hakkında konuştuğumuz değerli insanla ilgili önemli bu belgeyi, önemli bir kanıtı da okurlara sunmuş olalım.

Bir yandan ticaret yaparak bir gazete çıkarmanın yollarını araştıran Sabahattin Ali zorlukları aşarak nihayet 1 Aralık 1945’te Cami Baykut’la birlikte Yeni Dünya’yı yayımlamayı başarır. Ama bu mutluluk uzun sürmeyecektir. 4 Aralık’ta TAN Gazetesi ve matbaası basılır, yağmalanır. La Turquie Matbaası aynı zamanda Yeni Dünya’nın da basıldığı matbaadır. Sabahattin 14 Aralık’ta Bakanlık emrine alınır.

Zamanın Maarif Vekili, Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim” dediği baba, gelmiş geçmiş milli eğitim bakanlarının en ilericisi, demokratı Hasan Âli Yücel, aynı zamanda Sabahattin Ali’nin de yakından tanıdığı bir politikacı, bir kültür insanıdır. 11 Aralık’ta da Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınan Sabahattin Ali 14 Aralık’ta arkadaşı o zamanki adıyla Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e uzunca bir mektup yazar.

Özetleyelim. “Sayın Yücel” diye başlayan mektubun ilk cümlesi şöyledir: “Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir.” “Yine de, der sonra, durumumu açıklamayı borç bildiğim için bu satırları yazmaya karar verdim.” Durum dediği pek çok kişinin hemen her zaman karşı karşıya kaldığı “açmaz”dır. İçtenlikle ve yine pek çok kişinin örnek alması gereken bir cesaretle anlatır: “Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.”

Sabahattin Ali ne için ve nasıl bir mücadele istediğini de anlatmayı yine en içten cümlelerle dener mektubunda: “Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi. Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan onsekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, teba halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.”

***

Ama dahası vardır: “Bundan başka dünyanın dev adımlarla sosyalist bir iktisadi nizama doğru gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.” ( (Hep Genç Kalacağım; YKY. sf. 424) Uzun mektubunda içini döker Sabahattin Ali. Mektubu Latince bir cümleyle bitirir:

“Dixi et salvavi animam meam”

Biz de artık Türkiye’nin, Türkçenin bu büyük yazarı, mücadele insanı hakkındaki yazımızı aynı cümleyi yineleyerek, “Söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek burada bitiriyoruz.