Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu

Mesut Özil’in ırkçılıkla savaşı

Yoksa çağımızda halkın asıl “afyonu” futbol mu olmaya başladı?

Dünya Kupası’na gösterilen ilgi ve kupayı kazanan Fransa’da sokaklara dökülen inanılmaz kalabalıklar kafamda bu soruyu uyandırdı. Zafere ayırdığı yorumlardan birine, Le Monde gazetesi, “Fransa bir futbol ulusu oldu” başlığını atmıştı. Peki, bu bir yükseliş mi, yoksa düşüş mü? Tarihte devrim, sanat ve felsefe ulusu imajı yaratmış bir ülke için herhalde yükseliş sayılmamalı. Yakın tarihlere kadar “futbol ulusu” denince akla daha çok Latin Amerika ülkeleri gelirdi. Günümüzde ise her ülke “futbol ulusu” olmaya çalışıyor ve bu arada futbol da giderek bir uyuşturucuya dönüşüyor. Sınıf farkı gözetmeden patronun da, küçük burjuvanın da, işçinin de aklını başından alan bir uyuşturucuya.. Ne var ki sonunda kazananlar da hep egemenler oluyor. Organizatör ülkeler, TV kanalları, turizm şirketleri, reklam ajansları vb.. Rusya’nın bu turnuvayı 1,5 milyar dolar kazançla kapattığı açıklandı. Putin’in bu “başarılı turnuva”dan sağladığı siyasi kazanç da cabası!

•••

Günümüzde sporun afyon işlevi yüklendiğini savunan sosyolog Jean Marie Brohm, analizlerinde futbola özel bir yer ayırır. Verdiği örnekler arasında 1978 Dünya Kupası zaferini ülkesinde bir afyon gibi kullanan Arjantin cunta lideri General Videla; yabancı takımları “yok edilmesi gereken düşmanlar” olarak gören ve kurduğu siyasi partiye de Forza İtalia adını veren A.C. Milan kulübü sahibi S. Berlusconi; yıllarca FIFA başkanlığı yapan silah yapımcısı J. Havelange gibi isimler var. Oysa bu bağlantıyı İtalyan sinemacı Dino Risi çok daha önce ve çok farklı bir açıdan kurmuştu. Gerçekten de 1963’te çevirdiği küçük öykülerden oluşan filmi futbolun daha o tarihlerde bir uyuşturucu işlevi gördüğünü anlatır. Filmdeki öykülerden biri sefaletle boğuşan, çok çocuklu, hastalıklı bir aile tablosudur. Yaşlı bir büyükanne, hamile anne, bir sürü mutsuz çocuk.. Baba da bitkin halde kıvranmakta, daha doğrusu rol yapmaktadır. İzin ister; eczaneye gidecek, ilaç alacaktır! İzleyen sahnelerde kendisini bir stadyumda, mutluluk içinde kendinden geçmiş, takımına tezahürat yaparken görürüz. Dino Risi bu öyküye “Bir köpek yaşamı” başlığını koymuş. Oysa ilginç bir şekilde filmde “halkın afyonu” başlığı taşıyan bir öykü de var. Orada da Risi televizyonu insanları uyuşturmaya başlayan bir araç olarak görüyor. Artık bu iki öykü arasında bağlantı kurmak da bizlere düşüyor. Gerçekten de eğer televizyon olmasaydı ve bizler de bugün sınırlarımızdan binlerce kilometre ötede oynanan maçları evimizde seyretmek olanağına sahip olmasaydık, futbol aynı güce sahip olur muydu? Herhalde olmazdı. Ulusça katılamadığımız Moskova kupası bile bizde büyük yankılar uyandırdı. Sadece futbol alanında değil, daha da fazla siyasi bir konuda! Mesut Özil olayını kast ediyorum.. Futbol uzmanı değilim; beni daha çok ilgilendiren de işin siyasi yönü oldu. Bu konuda bir şeyler söylemek ihtiyacı duydum..

•••

Yıllar önce yıldızı Almanya’da parlamaya başlamıştı Özil’in. Schalke, Werder Bremen derken hızla yükseldi ve Alman milli takımına aday oldu. Türkiye’de de yakından izleniyordu ve bir seçim yapması gerekti. Almanya doğumluydu; topluma iyi entegre olmuştu; görünüşe göre adı gibi mesut bir hayatı vardı. Üstelik para da, şöhret de, kariyer de Almanya’daydı. O da seçimini bu veriler bağlamında yaptı ve Almanya’yı seçti.

Aslında kolay bir seçim olmamış, “Kendimi bir Alman gibi hissediyorum” demesi sosyal medyada yoğun hakaretlere uğramasına yol açmıştı. Yine de iş büyütülmemiş, aksine bundan gurur payı çıkaranlar da olmuştu. Mesut her şeye rağmen Türk’tü; Türk kalacaktı. Alman milli takımında oynaması Türkler için de övünülecek bir şeydi. Onu, IMF’ye borç verir gibi, Almanlara borç vermiş gibiydik. Ve bu haliyle Mesut, Türkiye’de de yakından izlenen bir futbolcu oldu. Özel yaşantısı, lüksü, aşkları magazin sayfalarını süslüyordu.

Yıllar geçti; sporculuk nankör bir meslek; Mesut da inişe geçti. Yine de ünlü takımlarda oynuyordu ve hala Alman milli takımındaydı. Bu sıfatla da Moskova’da bir önceki turnuvada kupayı havaya kaldıran takımda yer almıştı. Bu kez de beklenen en azından bir dömi-finaldi.

•••

Moskova’ya bu inançla gitti ve belki de gittiğine pişman oldu. Moskova “Mundial”inin, Almanya’daki kariyerinin sonu olacağını nereden bilecekti? Oysa ilk turda elimine olan takımın bütün suçu kimileri tarafından kendisine yüklenmiş, adeta bir “günah keçisi” yapılmıştı. Şimdi ise isyan ediyor ve -İngilizce kaleme aldığı uzun, ayrıntılı bir açıklamasında- “beni günah keçisi yapamazsınız!” diyor. Arkasına da bütün Türkiye’yi almış durumda. Önce Spor Bakanı onu “yürekten desteklediğini” söyledi; sonra da Erdoğan noktayı koydu ve davranışını “tam milli ve tam yerli” olarak niteledi. Özil’in davranışı “her türlü takdirin üzerinde” idi. Amiyane dile alışık olanlar ise “Yedirmeyiz!” dediler; “Mesut’u yedirmeyiz!”.

•••

Şimdilerde ise ortalıkta futbol maçları bitmiş de sanki yeni bir maç başlamış gibi bir hava esiyor. Sabah gazetesi olayı kocaman bir manşetle yorumladı: “Mesut Özil en güzel golünü ırkçılığa karşı attı!” Bu da bir çeşit Türkiye-Almanya milli maçı ve doğal kaptanımız da Erdoğan. Ne de olsa onun da geçmişinde futbolculuk var. Üstelik olayların bu şekle bürünmesinde Mesut’la çektirdiği resim de önemli bir rol oynadı..

•••

Mesut Özil ırkçılığa uğradığını söylüyor; oklarını Alman Futbol Federasyonu Başkanı R. Grindel’e çevirmiş; bu ülkede “kazanırsak Alman, kaybedersek göçmen oluyoruz!” diyor. Polonya asıllı futbolcuları örnek göstererek de, Almanya’da Türklere özel bir davranış gösterildiğini iddia ediyor. Kötü oynadıkları zaman Polonyalı “Podolski ve Klose’nin ‘Leh asıllı’ olduklarını kim hatırlatıyor?” diye de soruyor. Temelde haksız da sayılmaz; ne var ki iyi bilmesi gereken bazı şeyleri de bu arada unutmuş görünüyor.

•••

Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu. Şimdi Özil, “benim siyasi bir amacım yoktu; bunda ne var?” diyor! Sanki resme ve olaya anlamını verecek olan kendisi imiş gibi! Sanki asıl belirleyici o sırada seçim kampanyası yapan ve her davranışı siyasi bir mesaj olan Erdoğan değilmiş gibi! Öyle ki bu bağlamda Leh asıllı futbolcularla ilgili gözlemi de yerine oturmuyor. Eğer onlar da Alman rejimini “Nazizm” ile suçlayan bir Polonya Başbakanı’nın seçim kampanyasına katkıda bulunsalardı, kuşku yok ki onlar da ağır eleştirilerin hedefi olurlar, herhalde onlara da “o halde burada işiniz ne?” denirdi.

•••

Sanırım Mesut Özil’in asıl hatası sapla samanı ayıramaması ve bizde adeta milli bir spor olan kolektif suçlamalara prim vermesi oldu! Toplum olarak hemen çığlığı basmakta mahiriz: Irkçı Almanlar! Terör yardakçısı Avrupa! İslamofob Amerika! Kısaca bir yanda Türkler, öbür yanda Türk düşmanları!

Aslında tamamen yanlış da değil; bütün bunlar yok da diyemeyiz. Yanlış olan toptancı karalamalar. Çünkü böyle bir tavır da -kendimize hiç konduramadığımız- bir çeşit ırkçılık kokuyor ve maalesef Batı’da yükseliş halinde olan gerçek ırkçıların da ekmeğine yağ sürüyor. Siz Merkel ve sosyal demokrat ortaklarını “Nazi”likle suçlarsanız, Almanya’da buna kimse inanmaz, yanınıza da kimseyi alamazsınız. Merkel, kendisini “Nazi uygulamaları” ile suçlayan Erdoğan’a “ne yazık ki Nazizm’in ne büyük facia olduğunun farkında görünmüyor” mealinde anlamlı bir yanıt vermişti. Kendisi de Alman milli takımında oynamış futbolcularımızdan Mustafa Doğan da bir TV kanalında bu konuda kendi hayatından bir örnek verdi. Almanya’da henüz bir ortaokul öğrencisiyken ülkeyi yönetenlerin Nazizmin nasıl feci bir rejim olduğunu göstermeye çalıştıklarını, öğretmenlerinin nasıl kendilerini toplu olarak “Schindler’in Listesi” gibi filmlere götürdüklerini anlattı. Bugünkü Almanya’nın hayli değişmiş olduğunu da sözlerine ekledi. Elbette doğru; fakat son dönemde yeniden hortlamış bulunan Nazi taslaklarına karşı en iyi mücadelenin yolu nedir? Bugün de Özil’i dinleyen, öven ve anlamak isteyen Merkel’i de Nazi ilan etmek mi?

•••

Elbette kimse Mesut Özil’den siyasi analizler beklemiyor. Onun tuzu kuru; kariyeri Almanya’da biter, Türkiye’de başlar, hatta yükselişe de geçer. Üstelik meslektaşı Alpay gibi, milletvekili olarak yeni bir kariyere de başlayabilir? Alpay da bir zamanlar İngiltere’de top koşturuyordu ve ülkenin ikonu Beckham’ı aşağılayınca kendisine teşekkür edilmiş ve apar topar ülkesine gönderilmişti. Şimdi Mesut Özil gündemde ve sadece futbol fanları değil, “yerli ve milli” politikacılar da merak içindeler: Acaba Mesut Özil ülkesine mi dönecek, yoksa Avrupa’da daha bir süre ve daha mütevazi koşullarda top koşturmaya devam mı edecek? Bunu tabii sadece kendisi bilir. Ne var ki çıkışıyla derin bir yaraya dokundu ve iki ülkenin de sınırlarını aşan bir ilgi konusu haline geldi. Bu koşullarda bize düşen de herhalde futbolu bir “afyon”a dönüştürmekten ve hep başkalarını suçlamaktan kaçınmak olmalı. Biraz da kendimize dönmeli, kendi tutumumuzu gözden geçirmeliyiz. Bu konuda çoğu kez unuttuğumuz güzel bir atasözümüz de var: “Çuvaldızı başkalarına batırmadan, iğneyi kendine batır!” der..