Biz yetişkinler bugünler de farkında olarak ya da olmayarak performans özneleri olarak daha uyumlu, daha çalışkan daha terbiyeli olmamız konusundaki beklentilerin peşinden sürükleniyoruz. Üzerimizdeki bu baskı mekanizmasıyla sinen, pasifize olmuş kısmı daha fazla incelerken; post modern yaşamda iyi eğitimler almış, yüksek maaşlarda uzun saatler çalışan beyaz yakalı performans özneleri olan bizlerin metalaştığını ıskalamasak mı?

Metafor olarak (*) ölüm farkındalığı ve (**) doktorun ölümü

TUĞBA KURT ULUCAN

İnsanın ölümlü olduğunu bile düşünmeye vaktinin kalmadığı, zaman sıkıntılı bir dönemde yaşıyoruz. Vakit nakittirin vücut bulmuş haliyle sarmaş dolaş ne üdüğü belirsiz, tekinsiz bir yolculuk yaşamımız. Biz 80’ ler, biz 90’ lar ve biz 2000’liler. Bu üç kuşak “ölü zamana” doğmuş zaman yakalamaca oyunu oynuyor uzun zamandır. Ne zaman oyunu duraklatsa, dinlense içinde bir kuşku, bir yabancı his beliriyor bu kuşağın ve devam ediyor devam etmeye.

Sahi kim yaptı bize bunu ? Kim bastı “oynat “ tuşuna ? Acaba ne zaman, nasıl bitecek bu oyun? Derken bir sistem, bir sabah sürüşünde kamyonun altına alıveriyor seni, beni, bizi… İşte o bir (*) sabahın birinde yaşamının en güzel çağlarını çalışarak, sorumluluğunu bilerek geçirmiş Doktor Rümeysa Berin Şen’i toprağın altına alıyor düzen. Çünkü toprağın üstü yani mezosistem koruyup, kapsayamıyor Rümeysa’yı, doktorumuzu, gençliğimizi, çocukluğumuzu koruyamadığı gibi.

Sanırım hepimiz geçen hafta bir doktorun ölümü ile yaşamımızın sistemsel ölü kısmını gözden geçirdik bir anlık, devamında da hızlıca inkâr ve bastırmayı yapıştırdık zihnimize. Bu ikisinin arasının kısalığı yani sürdürülemez oluşu bizim kuşağımızın temel sorunu aslında. Bir şekilde bugünün beliren yetişkinliği, apolitik bir duruş sergiliyor ardındaki birçok toplumsal mesele ve kırılma ile. Bu duruş en çok da kendi üzerine düşünmeye engel bir tarafıyla yanımızda duruyor yani en çok ihtiyacımız olan şeyi, “düşünmeyi” elimizden alarak. Halbuki politik düşünce insanın temel ihtiyaçlarını anlayabilmesi ve yaşam şeklini belirleyebilmesi için son derece gerekli. Politika ile ilgilenmek insanın kendisiyle ilgilenmesi, kendine yakınlaşması demek değil mi? İnsan; çalışma şeklini, üretim mekanizmasını, beslenme araçlarını, ekonomik güvencesini, tekin bir sistem ihtiyacını tabii ki de düşünmeli ve bunlar için eyleme dönük bir şeyler yapmalıdır. Ancak ölü zamana doğmuş bizler için bu düşünceler üzerine eğilmek pek de mümkün görünmüyor. Çünkü sürekli bitmeyen bölümlü oyunumuz devam edip duruyor. Oyun, öyle ele geçirmiş ki gerçekliği durup da soluklanıp bunları ele almamız için yeterli bir zamanımız da yok. Bu zamansızlık engeliyle debelenip durduğumuz şu günler de Albert Camus’nün “basit kaygı” olarak tanımladığı hissi hatırlatsam yerinde olur diye düşünüyorum. Çünkü Camus’nün bahsettiği bu his de tam olarak bu zamansızlığa tekabül ediyor. Camus, basit kaygıyı birey ile dünya arasında var olan ve devamlı büyüyen farklılığın oluşturduğu yıkıcı baş dönmesi olarak tanımlar. Yaşamın monoton akışını sekteye uğratan ve insanı dünyaya yabancılaştıran bu his ile absürdün uyanışını ortaya koyar (Camus, 2008). Peki bizler bu uyanış için bir (**) ölüm haberi mi bekliyoruz? Ya da bu ölüm haberleri de mi uyandırmıyor bizi oynadığımız oyundan? Camus, bu uyanışın ardında yani makinemsi yaşamın edinimlerinin sonunda bilincin deviniminin başlangıcını ya da bilinçsizce yine yeniden zincire döndüğümüzden bahseder (Camus, 2008). Demesi o ki her şey bilinçle başlar ancak onunla yeni bir yola evrilebiliriz ancak onunla bir şeyleri değiştirebiliriz. Peki çarpıtılan, değiştirilen operasyonel gerçeklik oyunundan çıkmamız için yetecek mi bu basit kaygı? Pek sanmıyorum. Bu basit kaygıyı hissetmek sadece bir başlangıç, burada en önemli olan bu kaygıyı zihinlerde nasıl işleyip, eylemselliğe nasıl dönüştürebileceğimiz diye düşünüyorum. Ama şimdilik bu basit kaygıyı hissedebilmek bile mucize. Malum ölü zamana doğmuş kuşağız biz.

ÖLÜ ZAMANA DOĞMUŞ KUŞAKLARIN BUGÜNÜ

Ölü zamana doğmuş bizim kuşağın kulağına bugün devamlı fısıldanan bir paradoks var o da şöyle; ya ölmemek için yetişkinlikten kaçacaksın ya da yaşamak için yetişkin olmak zorunda kalacaksın. Bu çifte açmazı çözebilirsen de basit bir nefes alacaksın. Yani bizler, alt tarafı bir nefes alacak, bir ev alacak, çocuklarımızın büyümesini izleyecektik diyecekken bu cümlelerin içinde devrilip duruyoruz. Devrilip dururken bazen tam ayağa kalkacak oluyoruz daha sonra tekrar çelmeyi takıyor sistem bize. Bazen de devrilmeyelim Peter Pan’ın yolundan gidip çocuk kalmaya ve bu şekilde daha çok yaşamaya çalışalım diyor bir diğer tarafımız. Tabii bu tarafa geçtiğimizde sistem tarafından olgunlaşmamış, sorumluluktan kaçan başarısız bireyler sınıfına sokuluyoruz hemencecik. Tam bu bağlamda Peter Pan öyküsündeki şu bölümü hatırlayalım isterim: Peter Pan der ki “ Annemle babamın benim adam olunca nasıl olacağım hakkındaki konuşmalarını duydum.

Ben her zaman küçük bir çocuk olmak ve eğlenmek istiyorum.” (Barrie, 2016). Peter Pan acaba burada neler demek istiyor bizlere. Peter Pan’ın çocuk kalma arzusu, yetişkinlikten kaçışı ve çocukluğa yakın olmayı istemesi belki de dışarıdan şımarıkça, sorumsuzca görülüyor ancak içeriden bakıldığında önemli bir farkındalık taşıdığını düşünüyorum. Böyle bir düzen de büyümenin gelişimden çok öte yaşamsal bir tehdit oluşturduğunu da anlatmaya çalışıyordur belki bize. Belki de bu düzende büyümek gerçekten pek de iyi bir şey değildir, olamaz mı? Büyümekle kast edilen bazen de yaşamın sorumluğunu alarak yaşamın ağırlığı altında ezilip ölmek demek de olabiliyor çünkü. Doktor Rümeysa Berin Şen de belki de kamyonun altında değil de zorunlu yaşamsal sorumluluğunun altında ölmüştür kim bilir. Haberleri okuduğumda Doktor Rümeysayı hayal etmeye çalıştığımda zihnimde beliren çocukluğunda, ergenliğinde, ön yetişkinliğinde odasını toplayan, ödevlerini yapan, iyi notlar almak için çalışan, işinin gereklerini yerine getirmek için çabalayan hatta bunlar için uyumayan bir insandı. Bu sorumlulukları almaktan kaçmadan, yetişkinliği göze alarak büyümeyi tercih etmişti o. Bu çabası belki daha kapsayıcı ve kollayıcı bir sistemde değer olarak işlenebilecekken, bu sistemde üzücü bir o kadar uyandırıcı bir sonla işlendi ve bitti. Gerisi de sanırım her birimiz için düşündürücü metaforik bir ölüm olarak zihinlerimize kazıldı.

Biz yetişkinler bugünler de farkında olarak ya da olmayarak performans özneleri olarak daha uyumlu, daha çalışkan daha terbiyeli olmamız konusundaki beklentilerin peşinden sürükleniyoruz. Üzerimizdeki bu baskı mekanizmasıyla sinen, pasifize olmuş kısmı daha fazla incelerken; post modern yaşamda iyi eğitimler almış, yüksek maaşlarda uzun saatler çalışan beyaz yakalı performans özneleri olan bizlerin metalaştığını ıskalamasak mı? Sistem toplumu uyumlu bir şekle ve istendik bir tavra hizalayabilmek için; insanı uygun şekilde sömürerek, ölümle burun buruna getirerek yaşatırken, bizlerin yaşadığımızı varsaymamız sanırım muazzam bir inkâr. İnkarlarımıza dokunmadan da yeni bir oluşa başlamak mümkün de değil. Biliyorum zor bir kabul ama itaate boyun eğen, sistemin istencine karşılık veren nesillerin ödülle nasıl cezalandırıldığının göstergesi olarak bu ölümü hiçbirimiz hak etmiyoruz. Ve bu ölümü Doktor Rümeysa Berin Şen hiç hak etmedi. Hoşça kal Doktor Rümeysa Berin Şen ve diğerleri/ bizler…


Kaynakça;

Camus, A. (2008). Sisifos Söyleni, İstanbul: Can Yayınları.

Barrier, J. M. (2016). Peter Pan. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım.