Google Play Store
App Store

Metal işçilerinin sınıf olma öyküsünü anlatan akademisyen Balkılıç, çalışmasının günümüz Türkiyesine bir itiraz ve işçi sınıfına bir hatırlatma olarak görülebileceğini belirtiyor. Balkılıç, “Kitap günümüzdeki bireyselleşmeye karşılık insanların kolektif gücünün altının çizilmesidir” diyor.

Metal işçilerinin sınıf olma bilinci

Zafer AYDIN

Ne güzel ki emek tarihine ilişkin çalışmalar birbiri ardına okurlarla buluşmaya devam ediyor. Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan “Ekmeğimiz ve Birliğimiz İçin İstanbul Metal Sektöründe Sınıf Mücadeleleri 1947-1970” bunlardan biri. Özgür Balkılıç bu çalışmasında metal işçilerinin sınıf olma öyküsünü anlatıyor. İşyerinde, evde, mahallede, kahvede, sendikada, direnişte, dayanışmada yaşadıkları, elde ettikleri deneyimler ışığında metal işçilerinin tarihinde özgün ve özel bir dönemini mercek altına alıyor. Abdullah Gül Üniversitesi Öğretim Üyesi Balkılıç kılı kırk yaran bir titizlik ile emek tarihi kütüphanesine önemli bir kaynak kazandırdı.

Uzun bir yolculuk sonunda okurlarla buluşan kitabın öyküsünü senden dinleyelim? Neden işçiler?

Bu konunun ilgimi çekmesinin kendi hayat hikayemden ve bu hikayenin büyük bir kısmının geçtiği ülkemizin içinde bulunduğu durumdan kaynaklı iki nedeni olduğunu söyleyebilirim. Lafı dolandırmadan söyleyeyim, emekçi bir ailede büyüdüm ve bu ailenin belirli değerleri vardı. Annem ve babam 1980 öncesi sol hareketin aktif militanlarından olmasalar da, benim büyüdüğüm 80 sonrası dönemde zenginleri/burjuvaziyi ve onların temsilcisi Özal’ı hayli olumsuz sözcüklerle anarlardı evimizde. Hele emek hareketine ve sola düşman Türkiye sağcılarının ve bilhassa faşist hareketin aman vermez hasımlarıydılar.

İçinde yetiştiğim ve benimsediğim bu değerleri kişisel hayatımın bir unsuru haline getirmeye çalıştım ben de. Üniversite yıllarında öğrendiğim bir şiarı hiç unutmadım: Okumuş insanlar emekçi halka karşı borçludur… Günümüzde üretim aracına sahip olmayan ve emeğiyle geçinen bir insan olarak kaleme aldığım bu kitap aslında ödenmesi hiçbir koşulda mümkün olmayan söz konusu borcun karşılığıdır. Bu kitabın konusu olarak işçileri seçmemin nedeni de budur.

Bir tarihçi olarak bu çalışmamda Türkiye işçi sınıfının en örgütlü olduğu tarihsel döneme ve sektöre, metal sektörüne odaklandım. Bu anlamda bu çalışmam kabaca günümüz Türkiyesine bir itiraz ve işçi sınıfına bir hatırlatma olarak da görülebilir. Kitabım günümüzün hiç anlayamadığım istatistiğin rakamsal dünyası tarafından bile yanlışlanan ve bana kalırsa bir toplumu yaratan dokuları çözen bireysel rekabet ve “yırtma” söylemine karşılık insanların kolektif gücünün altının çizilmesidir; "Bir kez yaptık, bir daha yapabiliriz"in naçizane bir hatırlatmasıdır…

EKMEĞİMİZ VE BIRLIĞIMIZ İÇİN:
İSTANBUL METAL SEKTÖRÜNDE SINIF MÜCADELELERİ
1947-1970
Özgür Balkılıç
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2024

Kitapta film sahneleri, roman ve öykülerden alıntılar, canlandırılan karakterlerle gerçek hayatta işçiler arasında ilinti kurarak bir anlatı dikkat çekiyor. Kitabın ayrıt edici özeliklerinden biri de bu. Bunu neden tercih ettin, anlatım zenginliği dışında bir amacın var mıydı?

Bu eseri kaleme alırken en önemli sorunlarımdan birisinin kaynaklarla ilgili olduğunu belirtmeliyim. Planım, Türkiye’de son yıllarda emek tarihi yazımında öne çıkan Thompson’cu bir aşağıdan tarihle, sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak gördüğüm kurumsal tarihin daha dengeli bir anlatısına ulaşmaya çalıştım. Ancak bu çalışmada bilhassa aşağıdan tarih anlamında kaynaklara dayalı bazı sorunlar ortaya çıktı. Kitapta da belirttim, bilhassa işçi sınıfının sınıf olma uğrağında öne çıkan önemli bazı toplumsal ayrışma ve dayanışma dinamikleri hakkında ne yazık ki yeterli veriye ulaşamadım. Örneğin, vasıflı-vasıfsız işçi ayrımlarının ya da genç-yaşlı işçiler arasındaki olası bazı kuşak farklarının kolektif hareketlerde oynadığı rol, göç ve mahalle dinamiklerinin fabrikalardaki gündelik hayata etkisi, toplumsal cinsiyet rollerinin çalışma hayatının bir diğer yüzü olarak gördüğüm mahalle hayatındaki yansımaları vs...

İşte tam da bu noktada sizin de sorduğunuz sanat ürünleri devreye girdi. Elbette bunların birincil kaynak olarak görülemeyeceğinin ve dolayısıyla çalışmamın yukarıda bahsettiğim boşluklarını dolduramayacağının farkındayım. Ama yine de gerek metal işçilerinin gerekse de kent yoksullarının üretim noktasında ve mahalle yaşantısında gözlemlenebilen toplumsal dinamiklerine dair kullandığım bu kaynaklar, yukarıda bahsettiğim işçi sınıfının ayrışma ve dayanışma dinamiklerine dair en azından bazı varsayımlarda bulunabilmemi sağladı. Zira, sanatı ideolojiye ya da toplumsal sınıflara indirgeyemesek bile, filmler, romanlar ya da müziğin, tarihçilerin kulağına dönemin ruhu hakkında fısıldayabildiğini düşünüyorum ve bizler, dikkatli olmak kaydıyla, bu eserleri kullanabiliriz. Kısacası sorduğunuz soruya cevap olarak, dönemin sanat eserlerinin iddialarımı “hakikate” yaklaştırdığını ve anlatımımı hem derinleştirdiğini hem de genişlettiğini söyleyebilirim.

Metal işçilerinin sınıf olma öyküsünde ana uğraklar olarak nelerden söz edebiliriz?

Bu soruya yanıtım sınıf olma öyküsünün ana uğraklarının Türkiye’nin yapısal dönüşümlerinde ama daha da çok bu yapısal dönüşümlerine işçilerin verdiği yanıtlarda aranması gerektiği olacaktır. Her şeyden önce savaş sonrası dönemde işçilerin ve sendikaların kendi taleplerini dile getirebildikleri bir “işçi vatandaş” söylemi ve kurumsal düzenlemeler mevcut. 1960 darbesinden sonra bu alan daha da genişliyor. Yani, siyasal rejimler fabrikalaşma ve göç nedeniyle ortaya çıkabilecek “sosyal sorunu” -siz bunu sınıf mücadelesi diye anlayın- düzen içerisinde tutmaya yönelik faaliyet içerisindeler.

Ama 1960 sonrasında, başka şeyler de var. Şu ya da bu nedenle Türkiye’de neredeyse hayatın her bir köşesine sızmış bir sosyal adalet ruhu var ve bu sınıf mücadelesinin meşruiyet zeminini oluşturabiliyor. Çok net: bütün uzlaşım iddialarına karşı iş yerlerinde adalet yoksa, biz üretim noktasında saygın vatandaşlar, cumhurun aktif bir öznesi değilsek, bunu mücadeleyle sağlarız! 1965 AP hükümetinin kurulmasından sonra başka bir şey daha oluyor: Türkiye’de ilk defa bu kadar kitlesel bir biçimde düzenin sınırları sorgulanıyor. Metal işçilerinin “devrimcileştiğini” ve sosyalist bir bilince ulaştığını söylemiyorum. Ama önemli bir kısmının sahiplendiği belirli bir sendikal anlayış dönemin burjuvazisinin ve AP hükümetinin sınırlarını çok ciddi bir biçimde zorluyor ve dahası ittifak içerisinde olduğu sol hareketin de etkisiyle 15-16 Haziran’da bu zorlama emek rejiminin düzenlenişinin altındaki politik mekanizmaları da hedef alıyor. Kısacası, uğraklardan birisi siyasal rejimdeki dönüşümler ve 1965’ten sonra ise başını uzlaşımı değil mücadeleyi merkeze alan sol bir hareketin çektiği siyasal çatışmanın artması.

Buna elbette metal sanayinin büyümesini ve daha da önemlisi metal patronlarının bu fabrikaları yönetme biçimini de eklemeliyiz. Fabrikalarda hakim yönetim anlayışı, üretim noktasında işçilere neredeyse hiçbir kolektif söz hakkı tanımıyor ve “hak” nosyonunu gündelik pratikte burjuvazinin lütfuna indirgemeye çalışıyor. İşçilerin örgütlülüğü ve üretim noktasına doğrudan müdahalesi bu dönem burjuvazinin en büyük korkusu. Hele bir de sol hareketle belirli rezonanslar tutturmuş örgütlü bir işçi hareketi varsa.

Bu resme bir de Türkiye toplumunun yine savaş sonrası dönüşümünü eklemeliyiz. Özellikle kent yoksulluğunun göçmenlikle birlikte yayılması ve metal işçilerinin kent yoksulluğu ile mücadelelerindeki ellerindeki mekanizmalarının gelişimi, dayanışma örüntüleri sınıf olmak yönündeki önemli uğraklardan biri kanımca.

Bütün bunlara karşın, metal işçilerinin sınıf olma öyküsünün benim baktığım dönem için en önemli uğrağı Kavel Grevi’nden sonra önemli bir aşama kaydeden ve 1968 sonrası ciddi ölçüde yoğunlaşan ve belirli örüntüler arz eden kolektif mücadeleler… Elbette dünya işçi sınıfı tarihi yazımı, işçilerin sınıf olma uğraklarında kolektif mücadeleler kadar önemli olan başka dinamikleri de bize gösterdi ve bu yazım işçi sınıfı tarihini kolektif ve siyasal mücadele tarihine indirgemekten çıkarttı. Ama benim baktığım dönem için kanımca işçileri bir sınıf olarak bir araya getiren tutkal mücadeleydi ki bu, görüştüğüm işçilerin geçmişe dair özlemle hatırladıkları bir tarihin, aradan neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen, en önemli unsuruydu.

Özgür Balkılıç

1947-1960 ile 1960-70 arasında iş ihtilaflarından greve, uyumdan çatışmaya giden bir süreç olduğunu görüyoruz. Bu sürecin biçimlenmesinde etkili olan faktörler nelerdi?

Öncelikle sorunuzun uyum kısmına bir şerh düşmekle başlamak istiyorum. Çalışmam Marksizmin kanımca en temel uyarısına dayanıyor: İşçi ve patron arasında uyum olması mümkün değildir ve mücadele emek-sermaye ilişkilerine içseldir! Dahası bu genel sömürü ilişkilerinin Türkiye’de savaş sonrasında aldığı görünüm “uyum”un çok uzağında. Tamam, metal işçilerini kısmen kapsayabilen bir kolektif mekanizma olarak Maden-İş genel olarak bu dönemin endüstriyel ilişkiler ya da işçi vatandaş nosyonuna genel bir itirazda bulunmuyor. Ama bizatihi üretim noktasında ve kentsel yaşamda deneyimlenen ilişkiler “uyum”u yakalamak için bile belirli bir mücadele anlayışını gerektirdiğini gösteriyor. Verilen bütün sözlere karşın işçilere gündelik olarak deneyimlenen sınıf ilişkilerinde neredeyse hiçbir söz hakkı bırakmayan, işçilerin sınıf konumlarından kaynaklı bütün güçlerinin ve öznelliklerinin ellerinden alınmaya çalışıldığı bir konjonktürde başka türlüsü mümkün mü?

Dahası yukarıda da belirttim, metal işçilerinin sendikası 1960 sonrası değişen fırsat yapılarını hızlı bir şekilde kullanmaya, bu yapılara işçilerin kolektif talepleri doğrultusunda yeni bir renk vermeye gayret ediyor. Maden-İş dönem dönem hükümetlerle yakınlaşmaya çalışsa da 1965 sonrası AP hükümetinin ve büyük burjuvazinin artan saldırılarına karşı TÜRK-İŞ’teki ayrışmada tuttuğu taraf söz konusu artan çatışmanın en önemli faktörlerinden birisi. Bu taraf sendikayı, emperyalizme, kapitalizme, gericiliğe karşı net, kamusal hayatta gittikçe kristalize olan zengin-yoksul karşıtlığına karşı tavır alan, kendi bağımsız siyasal hattını oluşturabilen bir sol hareketle daha açık bir ittifaka itiyor.

Bütün bunlara 1960 sonlarına doğru ülkenin her yerinde yükselen kolektif hareketleri ekleyin. Artık cumhurun yöneteceği iddiasıyla henüz 40 yıl önce kurulmuş bir ülkenin, saygın ve sözü geçen vatandaşları haline gelmek için metal işçilerinin önünde daha iyi bir fırsat olabilir mi? Metal işçileri 1968-70 kolektif eylem döngüsünde ve sonrasında 15-16 Haziran’da, Fransız Devrimi’nin insanlık tarihinde açtığı en önemli kapıdan boylu boyunca olmasa da önemli bir kuvvetle içeri dalıyorlar ve insanlığın son kutsalına, sömürü ilişkilerine önemli bir meydan okuyuş gerçekleştiriyorlar.

Kanımca günümüz Türkiyesinde tarihsel bir ilke olarak umudun bir yolu da bu gibi uğrakları, eksiğini gediğini çekinmeden ortaya koyarak, bütün kısıtlarını cesurca masaya yatırarak, hatırlamak ve tartışmaktan geçiyor. Ben de bilimsel tartışmanın ilkelerinden ödün vermeden, ama taraflılığımı da yitirmeden yapığım bu çalışmayla, günümüzün umuduna bir katkı koyabildiysem, kendimi görevimi kısmen yerine getirmiş, bitimsiz borcumu az da olsa ödemiş sayabilirim.