Hızın ivmesi arttıkça halkın gerçekleri ile egemenlerin hakikatleri önümüzden geçmeye başlar. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, çalıp çırpma fırsatlarını kimin nasıl değerlendirdiği de bu hızlı süreçte her zamankinden daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilir.

Metalaşan vicdan kapitalizme dahil
24 Ocak Kararları’nın mimarı Turgut Özal ile bu kararların uygulanmasını sağlayan Kenan Evren.

Seçim sath-ı mailine, eğik düzlemine girdiğimiz söyleniyor. Eğik düzlem normal koşullardaki hızın ikiye üçe katlanması demektir. Heyecan artar, tehlikeler ve umutlar birbiriyle yarışır. Hızın ivmesi arttıkça halkın gerçekleri ile egemenlerin hakikatleri önümüzden geçmeye başlar. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, çalıp çırpma fırsatlarını kimin nasıl değerlendirdiği de bu hızlı süreçte her zamankinden daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilir. Seçim eğik düzlemi kolay denetlenebilir bir süreç değildir. Dövizin altının egemenliği de bu eğik düzlemde yaşamsal ve yoldan çıkarıcı, tahrik edici bir kimlikle daha fazla gündeme gelir. Vicdan pazara çıkar, onur piyasaya düşer, “her şeyin bir fiyatı vardır” diyenler “çağdaş” köle ticaretini yoğunlaştırırlar.

Filozoflar, bilinen tarihin her evresinde paranın ayartıcı, yoldan çıkarıcı özeliği üzerinde durdular, yazıp çizdiler. Belki en eskilerden birisi, (ölümü MÖ 55) ünlü ozan Lucretius’un Türkçeye Evrenin Yapısı adıyla çevrilen De Rerum Natura’sındadır. Şöyle yazar Lucretius: “...Mal tutkusunu altının bulunuşu izledi./ Altın çarçabuk alttetti güzeli, güçlüyü.” (Norgunk Yayınları, s. 206)

Sofokles, Antigone’da daha açık anlatır: “Çünkü insanoğlunun hiçbir icadı / para kadar fesat verici değildir,/ ülkeleri harap ve yerle bir eden odur:/ Dessaslığı (hilebazlığı) öğreterek mertliği bozar ve böylece / asi ruhları fenalığın menfur yoluna saptırır.” (MEB Yayınları, Yunan Klasikleri-5, s.24) O zamanlardan bu zamana para altın epeyce mesafe kat etti; kimi ülkelerin paraları öne geçti kimileri arkada kaldı. Paraların sıralaması birbiriyle değiştirilebilme gücüne göre değişti. Bizim paramız da şu sıralarda “üstün para” dolar ve dış ticaretimizde etkin euro karşısında epeyce gerilere düştü. Sistemin yeri geldiğinde kural tanımayan kuralları karşısında eli kolu bağlı hale gelen devletlerde yolsuzluk, rant ekonomisi, çapul rahatça at oynatabileceği alanlarda yeşerir; bizim başımıza gelen, siyasetle bağını unutmazsanız büyük ölçüde budur.

Konunun bilimsel açıklaması Marx’tadır.

Marx Kapital’in birinci cildinde mübadele sürecini açıklarken “fiyat metada nesneleşmiş emeğin para ile ifade edilen adıdır” der. (Kapital Cilt 1, Yordam Kitap, s.108) Ama değer büyüklüğü ile fiyat arasında büyük nicel farklılıklar olması mümkündür, sonuçta yine Marx’ın ifadesiyle “kuralların kendilerini ancak kuralsızlığın kör ortalamaları olarak hayata geçirebildiği bir üretim tarzında, bu biçimi uygun bir biçim haline getirir. (a.g.e, s.109)

Peki değer ile fiyat arasındaki fark yalnızca böyle mi ortaya çıkar?

Vicdanın piyasa fiyatı

Yine Marx’a başvuracak ve artık uzun alıntılardan ibaret bu yazıyı hiç değilse gerçekleri, hem de bizim ülkemizin yüz kızartıcı gerçeklerini ve rantiyeciliğin, çapulun hakikatini anlatan bir denemeye dönüştürmeye gayret edeceğiz. Şöyle diyor Marx: “Bununla beraber, fiyat biçimi, sadece değer büyüklüğü ile fiyat, yani değer büyüklüğü ile bunun parasal ifadesi arasındaki nicel uyuşmazlık olasılığı ile bağdaşmakla kalmaz, aynı zamanda, nitel bir çelişkiyi de gizleyebilir; öyle ki para metaların değer biçiminden başka bir şey olmadığı halde, fiyat değeri hiç ifade etmeyebilir.” (a.g.e, s.109)

Bundan sonra söyleyeceklerimizi, “hırsız bizim hırsızımızsa onu koruruz” diyenlerin, falan filanın ne kadar bilimsel bir temel üzerinde işini görmeyi seçtiğini yine bu yazının tek ve yeterli tanığı Marx’ın sözlerini sürdürerek göstereceğiz. Devam ediyor Marx: “Örneğin, vicdan, şeref vb. gibi kendileri meta olmayan şeyler, sahipleri tarafından para karşılığı elden çıkartılabilecekleri ve böylece bir fiyatları olacağı için meta biçimini alabilirler. Bundan dolayı, bir şey, bir değere sahip olmaksızın, biçimsel olarak bir fiyata sahip olabilir.” (a.g.e, s.109)

Vicdanınızı, şerefinizi ya da gururunuzu vb. satılığa çıkardığınız, onu metalaştırdığınız zaman, kapitalizmin kurallarına pek uygun, ama bir emek ürünü olmadığı için gerçekte bir değeri olmayan, bu nedenle sanal olan “malınızı”, örneğin şerefinizi, piyasaya sunabilecek, belki de yüksek bir fiyata alıcı bulabileceksiniz.

Demek ki sistemin sık sık dile getirilen, “seçkin” şahsiyetler tarafından da açıkça itiraf edilen, “çalıyor ama çalışıyor” varyantı, daha önce epeyce büyük bir kitle tarafından kabul gören somut durum, yani yandaş hırsızlık, rantiyecilik egemen siyasetin hakikatini temsil ediyor. Biz de iktidarın genel politikası haline geldiği anlaşılan bu durumu Marx’ın büyük eseri Kapital aracılığıyla ve anladığımız kadarıyla göstermiş olduk. Burada okur herhalde gerçek ile hakikat sözcüklerini birbiriyle ilintili ama farklı anlamlarda kullandığımıza dikkat etmiştir. Bizim gerçeğimiz şu sıralarda onların hakikati ile bağdaşmıyor. “Çalıyor ama çalışıyor” vecizesi bir haber olarak sosyal medyada kendine yer buldu; Türkiye’nin, dönemin özelliklerinden birini karakterize eden, dönemi pek güzel anlatan “malı götürenlerin hakikati” olarak yerini buldu.

Nasıl bir demokrasi olacağız?

Acıdır ama kitapta yeri var. Başka ülkelerde de görülmüştür; Türkiye geçmişte o ülkelere benzememekle övünür, kendi kırık demokrasisinin, yolsuzlukların hayat tarzına dönüştüğü “Filipin demokrasisi” olmadığını iddia eder, “muz cumhuriyeti miyiz biz?” diye sorulduğunda göğsünü gere gere “hayır değiliz” diye yanıt verirdi. Haksız da sayılmazdı doğrusu; tek tek hırsızlıklar, soygunlar, evet gazetelerin halka duyurduğu “hayali ihracat” gibi olaylar olurdu ama bu durum ülkenin yüzünü kızartacak bir hale dönüşmezdi. Şimdi sık sık söylendiği gibi ar, namus, onur, gurur henüz piyasaya düşmemişti. Devletin kanatları altına sığınmak isteyenler yoğun kamuoyu tepkisi nedeniyle çabuk açığa çıkıyor, devlet de sistemin çıkarlarını gözetse de birtakım yolsuzluklara evet demekte zorlanıyordu. Bu düzen askeri darbelerden, ünlü 24 Ocak Kararları’ndan güç almış, “benim memurum işini bilir” devrine kadar iyi kötü böyle gitti. Haksızlığın yolsuzluğun, işini bilen bürokratın, arın, namusun, gururun, vicdanın metalaşmasının hızla zirve yapması bu dönemin özelliğidir. Siyasette de yandaşı muhalifi bu konu üzerinde epeyce ahkâm kesmiş sonunda bu karışık kaotik dönem siyasi partileri alt üst etmiş, baraj altı baraj üstü derken yeni bir dönemin hikâyesi başlamıştır.

***

Şimdi uzun uzun zaten iyi bilinen bu dönemi anlatmayalım; şu kadarını söyleyelim ki “artık iktidar bizim olacak” diyen darbeci şeriatçıların ve çokbilmiş liberallerin desteği ile güçlenen bu yeni dönem, kuralsızlığın içinde vücut bulan kendi kurallarıyla hükmetmeye başlamış, kavramlar alt üst edilmiş, yalan doğruya, iş bilmezlik liyakate, malı rejim desteğiyle götüren makbul işadamına dönüşmüştür. Ama kuşkusuz Marx’ın ironik bir şekilde resmettiği bu durum Türkiye’ye özgü değildir, sistem içidir, onun bir özelliğidir; biz de bunu örneğin Kurtuluş’ta savaştığımız ülkeden, ülkelerden ithal etmiş olabiliriz.

Zaten Marx da, kapitalist üretim tarzını, onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkilerini bu olguların klasik ülkesi İngiltere örneğinde çözümler. Fakat bunu yaparken çözümlemenin öteki kapitalist ülkeler için de geçerli olduğunun altını özellikle çizmiş, bu gerçeği “de te fabula narratur - hikâye seni anlatıyor” (a.g.e, s.18) sözleriyle vurgulamıştır. Hiç kuşkusuz bu sözler Türkiye için de geçerlidir.

Kapital’den aktardığımız “vicdan ve şerefin metaya dönüşmesi” ise ne yazık ki arızi bir durum değil, seçim sath-ı mailine girmiş, eğik düzlemde yuvarlanmakta olan günümüz Türkiye’sinin üzücü gerçeği, siyasi hakikatidir...