Öncelikleri başka Metin’in… Yaz tatillerinde yaşıtları gibi gezip eğlenemeyecek, denize giremeyecek, misket, köşe kapmaca, saklambaç, uzun eşek oynayamayacak mesela… Bunun yerine simit satacak ya da bir yerlerde çırak olacak

Sivas’ın Gürün ilçesine bağlı Çipil köyünde, emekçi bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya gelen Metin’in ilk yıllarının, köy hayatının bütün zorluklarına direnip hayata tutunma gayretiyle geçtiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Babası çok okuyan, bilge bir adam. Ona Metin diye değil, ‘mehdi’ diye sesleniyor; “ölmeyecek, göğe çıkacak, kurtarıcı” manasında. Esmer gülüşlü, ışık ışık bakan evladının makûs kaderini hissettiği için mi böyle diyor, bunu kimse bilmiyor. Ama gözaltına alınıp polislerin copları ve tekmeleri altında sonlanacak olan 28 yıla sığmayan hayatı ‘mehdi’ gibi olmalı ki, 20 yılın ardından bile, hakkında edilecek çok fazla cümle var.

metin-103076-1.

Metin’in daha çok küçük yaşlarda her nasılsa donandığı sorumluluk duygusunu asla terk etmeyeceğinden ve bu duyguyu benliğinde ölümüne taşıyacağından o zamanlar kimsenin haberi yok. Ama ablası Meryem, onun tıfıl hallerine bile hayran: “Metin denilince ilk hatırladığım iki buçuk yaşlarında bir oğlan çocuğu. Sevimli mi sevimli; burnunu çeke çeke altı aylık beşikteki kardeşini ağlamasın diye sallıyor. Mutfak kapısındayım nedense boynumu bükmüş onun Aziz'i susturmak için canhıraş beşiğinin ipinden sallayışını izliyorum. Büyülenmiş gibiyim bu kara ama sevimli çocuğun ağlayan kardeşi susturamadığı için kendisinin de ağlayıp, burnunu çekerek bir yandan da koluna silişini izlerken,” diyor.

Daha minnacıkken üzerine kardeş sorumluluğunu almasını bilen bu iyi bakışlı çocukları yetiştiren aile, gün geliyor gelim geçim sorunlarını aşamaz oluyor ve çok çocuk, az arazi çelişkisi derinleştikçe, kaçınılmaz olarak önlerinde göç yolları beliriyor. Metin, on bir yaşında geldiği İstanbul’da, günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları kovaladıkça, o zaman farkına varmasa da sil baştan temize çekilmiş olan kaderini kovalamakla meşgul. Öncelikleri başka Metin’in… Yaz tatillerinde yaşıtları gibi gezip eğlenemeyecek, denize giremeyecek, misket, köşe kapmaca, saklambaç, uzun eşek oynayamayacak mesela… Bunun yerine simit satacak ya da bir yerlerde çırak olacak; velhasıl çalışıp para biriktirecek ki yaşamın döngüsü ancak böyle devam edecek.

Pek çoğu aynı kazakla çekilmiş eski fotoğraflarına baktığınızda, çocuk yaşlardan itibaren dünyanın yükünü sırtlamak zorunda kalmış insanlara özgü hınzır bir sırıtışın yüzüne asılı olduğunu görebilirsiniz. Belli ki omuzlarına binen ağırlık hayli fazla ve o yüzden bedeni biraz kavruk kalmış. Ama o ağırlık, Metin gibilerin yaşama inadına verilen en güçlü omuz aynı zamanda. Ve yük ne kadar ağır olursa olsun, yaşamı bilinçle göğüslemek gerektiğinin de farkında olmalı. Okuma yazma bilmeyen annesine “seni okutalım” diye ısrar etmesi bu yüzden. Sonrasını anne Fadime Göktepe anlatıyor: Okuma yazma kursuna yazıldım. İki gün gittim, ismimi yazdım, geldim. ‘Bu işleri kim yapacak’ dedim. Dedi, ‘Gitmezsen seni polise vereceğim!’

Metin sözünü geçiremediği annesini polise vermiyor ama kendini yetiştirmeyi de asla ihmal etmiyor ve üniversite çağına işte böyle geliyor. Yoksulun çocuğu da yoksul olur ve onlara, baba parasıyla gidilen dershaneler ya da özel derslerle elde edilmiş şımarık bir konfor asla nasip olmaz. İlle de dişle, tırnakla, büyük emek verilerek elde edilecektir, her ne kısmetse… İşte Metin de öyle kazanıyor İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni. Ve çocukluğundan beri safı belli olsa da örgütlü manada politik mücadele ile üniversite yıllarında tanışıyor. Artık forumların, yürüyüşlerin aktif bir ismi, işçi direnişlerinin en önde yürüyen destekçilerinden biri oluyor Metin… Defalarca gözaltına alınıyor, fişleniyor. Her gözaltına alınışında mutlaka polis şiddetine uğrasa da hiçbir güç, onu durduğu yerden bir adım geriye attıramıyor. Serbest bırakıldığında kaldığı yerden, büyük bir neşe ve coşku içinde yoluna devam ediyor. Katil işbirlikçisi arsız medyacıların, Metin’in cansız bedeni daha soğumadan, ‘ama terör örgütü üyesi’ diyerek keşfettikleri kötü sicil, işte bundan ibaret.

Ardından ‘Gerçek’ dergisiyle birlikte başlayan gazetecilik macerasının, gün gelip hayatına mal olacağını bilmiyor. Bir yandan öğrencilik, bir yandan elde fotoğraf makinesi, hayatın ilişki ve çelişkilerini belgeleme çabasında hep. Metin’in amacı en güzel kareyi çekip kapağa yerleştirmek, bilinmeyeni bilinir, gizleneni görünür kılmak. O direnişten diğerine koşuyor. Hep koltuğunun altında okunması gereken bir dosya ya da kitap var. Nerede bir grev, nerede bir kavga, o da orada. Emekçilerin, yoksulların itirazlarını yükselttiği her ses, boğulmak istenen her nefes onun ilgi alanında. Sonra Evrensel gazetesi kuruluyor ve ezilenlerin vakanüvisti olarak Metin, bu kez orada muhabirliğe başlıyor. Eskiden bir çalışıyorsa, şimdi bin çalışmak zorunda. O yüzden yemek yemediği, uyumadığı zamanlarda hep gazeteci…

Metin’in Evrensel macerası da Gerçek’te olduğu gibi, militanca. Gözünü budaktan esirgemeyen, sahte tarafsızlık görüntülerine pirim vermeyen, safını emekten, yoksuldan, devrimden yana belirlemiş bir gazetecilik onunki... Yollarımız Evrensel’de kesişti ve o büyük, onurlu çabaya sonuna kadar tanığım. Her hafta cumartesi annelerinin yanında olduğuna mesela. Kayıp yakınlarıyla birlikte, kayıpların peşine düştüğüne, onlara ışık olduğuna, yaşanan tüm hak ihlallerinin izini sürdüğüne… Evet, tüm bunlara tanığım.

Metin çalıştıkça, yeni fotoğraflar çekip, yeni haberler yazdıkça, sevenlerinin de sevmeyenlerinin de sayısı kabaracaktı ve öyle oldu. Mesela okurlar sevdiler Metin’i, iyi haberler yaptığı, fotoğraf kareleriyle gerçeği önlerine bütün çıplaklığıyla koyduğu için. Muhabir arkadaşları da sevdi onu, gerçeğin yayılmasına inandığı, kimseden bilgi saklamadığı, başları belaya girdiğinde asla kaçmayacak, sonuna kadar yanlarında olacak bir dosta sahip oldukları için… Gazetede birlikte çalıştığı arkadaşları sevdiler Metin’i, küçük ya da büyük iş ayrımı yapmadığı, gittiği haberlerin ayrıntılarını eksiksiz toparlayıp döndüğü için… Bütün arkadaşları sevdi onu, yüzünden gülüşü hiç eksilmediği, dosdoğru, yalansız bir insan olduğu, sohbetine doyum olmadığı, insanın an be an eksildiği bu dünyada tam kalabilmeyi başardığı için…

Ama Metin’i sevmeyenler de vardı. Doğruların, gerçeklerin gizli kalması için çaba sarf eden güç odakları sevmedi Metin’i... İşkenceciler, bir gün onu da katledecek olan polisler, emek hırsızları sevmediler. Ama Metin kendisini sevmeyenlere hiç mi hiç aldırmadı. Yüreğinin güzelliğinden ve gerçeğe tutkusundan aldığı güçle muhabirliğe devam etti. Nihayet, 8 Ocak 1996’da Ümraniye Cezaevi’nde işkenceyle öldürülen devrimcilerin cenazesinin kaldırıldığı gün, “Bu haberi mutlaka ben izlemeliyim” diyerek gazete binasından çıkışına kadar… Ve o çıkış, son kez habere çıkışı oldu…

Aynı akşam saat 20.00'de Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan, olay ve ölüm tutanağı düzenleyerek Metin'in cesedini Adli Tıp'a gönderdi. Savcı Canözkan’a göre Metin gözaltına alınmış ama serbest bırakıldıktan sonra Eyüp’te oturduğu çay bahçesinde fenalaşarak sandalyeden düşerek ölmüştü. İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, İstanbul Vali Vekili Rıdvan Yenişen ve İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ağız birliği etmişçesine Metin’in gözaltına alındığını inkâr ettiler. Üstelik İçişleri Bakanı Ünüsan, Metin’in duvardan düşerek öldüğü iddiasını ortaya attı. Tüm bu yalanlar, tanık anlatımları ve raporlarla tek tek çürütülünce İçişleri Bakanı, Metin’in ailesinden özür dilemeye çalıştı. Fakat Metin’in annesi Fadime Göktepe özür yerine kuzusunu katledenlerin cezalandırılmasını istiyordu.

metin-103077-1.

Sonra soruşturma ve yargı süreci başladı. Metin de yaşasaydı, böyle bir davanın peşini bırakmazdı. O yüzden gazeteci arkadaşları Metin’i katleden polislere açılan davayı, ilden ile sürülse de inatla izlemeye devam ederek katillerin peşini bırakmadılar. Davayı takip eden herkes gibi Metin’in ablası Meryem’in de yargılama sonucunda çıkan tabloya karşı tepkisi büyük oldu: “Bu dava bazı siyasilerin sözde namus davası olmuşken, üç yıla yayılan yargılamada onlarca tanık ve binlerce sahiplenmeye karşın, beş polis ve bir emniyet amiri yargılanıp toplam 18 ay yatarak salıverildiler. Bu davada Eyüp İlçe emniyet Müdürü Mehmet Ali Aydın Akdemir, İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen, Dönemin içişleri bakanı Teoman Ünüsan, Başbakan Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve asıl sorumlu ‘kelle koparacağım’ diyerek İstanbul'a Emniyet Müdürü yapılan Orhan Taşanlar yargılanmalıydı. Her biri hem cinayeti örtbas etmiş, sonrasında da savunuculuğunu üstlenmişlerdir” dedi.

Velhasıl her zaman olduğu gibi yine cezasız kalan katiller, Metin’i öldürdükten sonra katilliklerinden vazgeçmediler. Hâlâ gazetecilerin kafalarına silah dayıyorlar, arkalarından ateş açıyorlar, gözaltına alıp, tıpkı Metin’e yaptıkları gibi inkâr ediyorlar. Doğru haber yaptıkları için tutuklayıp hapse atıyorlar. Evet, bunlar değişmedi, aksine kötüler daha da kötüler.

Ama ardında iz bırakmış, kısa ve çok özel bir hayatı anlatan Metin’e dair anılar, 20 yıldır tam da babasının seslendiği gibi sanki bir ‘mehdi’yi tanımlar gibi. Belli ki bu yüzden artık mesleki jargonda, “Metin gibi gazetecilik yapmak” diye bir kavram var. O kavram ki, iktidarın ve iktidarın eteklerine yapışmış, yavuz hırsız havuz medyasının panzehiri. Tıpkı Metin Göktepe gibi yaşamı pahasına gerçeklerin üstüne güçlü bir sorumluluk duygusuyla yürümeyi ve asla geri adım atmamayı gerektiriyor.