Öğrenmek için özel bir çaba harcamanız gerekmiyor. Gazetelerden, televizyon ekranlarından, sosyal medya paylaşımlarından sağanak gibi üzerinize yağıyor

“GÜNDEM”..

Arda Turan, 8 buçuk aylık hamile eşini evde bırakmış, gecelere akmış. Pek bir eğlenirken bir popçunun eşine (resmen) tacizde bulunmuş. Yetmemiş, popçu genç adama kafa atmış. O da yetmemiş, tabancasını alıp popçu genç adamın kırılan burnu için ameliyat olduğu hastaneye gitmiş. Rivayet o ki, tabancasından çıkan bir kurşun hastanede bir yazıcının içinde bulunmuş.

Sosyal medyadaki tepkilerin biri de, bu gündemde hedefi 12’den vurmuş: “Metin Oktay eski Türkiye’dir.. Arda Turan ise yeni Türkiye..”

“Teşbihte hata olmaz” dedikleri tam da bu işte! Arda Turan, herkese Kasımpaşa ayarı veren 1 numaradan... Televizyonuna göre görüş bildiren balıkçı Müslüm’e kadar Yeni Türkiye’nin patolojik kesiti!!

•••

Darbeye gerekçe yaratıp, işçi sınıfının giderek güçlenen örgütlenmesini ezmek... Memlekete ılımlı İslam gömleği giydirmek için yaşananları / yaşatanları unutmadım elbette.

Medyanın, sermayenin alkışladığı “özelleştirme” ile üstümüze kabus gibi çöken neoliberal vahşeti görmezden geliyor değilim elbette.

“Bir zamanlar ne kadar saf ve güzeldik” diye nostalji yapacak da değilim.

Ama..

Hiç değilse Metin Oktay’ımız vardı yahu!

Onun hem futbolcu hem de insan olarak duruşu vardı.

Futbolculuğu beş on asist, kral ilan edilecek kadar çok golden ibaret değildi kuşkusuz. Sahadaki kıran kırana mücadelede tek bir rakibinin, değil kemiklerini gönlünü kırmayışı.. Onca yıllık kariyerinde sadece -o da tartışmalı- tek bir kırmızı kart görmesi.. Hatta galibiyetlere sevincini “rakip takımdaki arkadaşlarına ayıp olmasın” diye saklamaya çalışması..

Daha ne olsun değil mi!

Hayır, dahası var.

Metin Oktay soyunma odalarında, “futbolcu geyikleri” yerine arkadaşlarına Nazım’ın şiirlerini okurdu, biliyor musunuz!

Denizler idam edilmesin diye de, 12 Eylül sonrası Aydınlar Dilekçesi’ne de imza vermişliği vardı, biliyor musunuz!

Türkiye 12 Eylül darbesiyle memleket sathında cezaevine çevrilirken, Metin Oktay’ı ile Tarık Akan’ı ile dimdik ayakta duranlar vardı.

Unuttuk gitti belki...

Mesela, Saray yerine bir Çankaya Köşkü vardı.

Orada, herkese hakaret edip, herkesten “hakaret ediyor” diye davacı olan cumhurbaşkanı değil de, “gün gelip arayacağımızı” tahmin bile edemeyeceğimiz isimler otururdu.

Ve mesela, Meclis’te Türkiye İşçi Partili günlere tanık olmuştuk.

•••

O günlerde Türkiye’yi heyecanlandıran kasırganın “gözü” Behice Boran’dı.

Aklın / bilginin cisimleşmiş haliydi.

Ama birkaç kez yakından tanık olmuştum, duygunun her tonuna aşinaydı.. Her tonunu yaşıyordu.

Sevgili arkadaşım Sunar Kural’ın evinde ayaklarımızı altımıza alıp koyulttuğumuz “kadın kadına” sohbetimiz şahittir!

Üç gün önce, ölüm yıldönümünde andık.

Türkiye’nin nereden nereye geldiğine şaşarak.. Ardalara, Saray’ın Hülya Koçyiğitli kurul kurul üyelerine maruz kalarak.. “Umut.. Birazcık umut” diyenlere yanıt veremeyerek.. En fazla “umuttan değilse de inattan mücadeleye devam” diyerek..

•••

Yine de..

Behice Boran’ın, yıllar yıllar önce bir dostuna yazdığı şiirde dediği gibi.. Sahte umutların parıltısına kapılmadan.. Ama karanlığın içindeki umut ışığını da gözden kaçırmadan yaşamalı. Değil mi!

Bir gün

Yaşamın uzun çabası sona erdiğinde,

Ve boş ellerimiz kucaklarımızda dinlenirken,

Biz bir tepenin üstünde oturacağız,

Ve günlerin tantanalı geçit törenini izleyeceğiz:

Bir gülümseme ile birkaç gözyaşı ile ve içimizi çekerek.

Bir gün

Sen ve ben, bir tepenin üstünde oturarak,

Gariplikler yapmaktan hoşlanan ve kendimizle alay eden bir kahkaha ile,

Başlarımızı sallayacağız bilgece:

Çünkü hiçbir gün, o zaman göründüğü kadar parlak olmamıştı,

Ve hiçbiri o denli kapkara, bir umut ışığı barındırmayacak kadar.

Behice BORAN