Paçavracı, yosma, kapatma, lezbiyen, haydut, dilenci, kenar mahallelerin, aşağı mahallelerin avareleri, aylakları, serkeşleri, çapulcuları diye aşağıladıkları bizlerizdir oysa

Bu satırlarda anlatılacaklar; Marx’ın, üzerine tarih ve siyaset teorilerini inşa ettiği modern sosyal sınıflar tablosu için tariflediği; “Soysuz sopsuz sefiller, haydutlar, çapulcular, burjuvaziden türeme düşkünler ve maceraperestler, serseriler, asker kaçakları, kanun kaçakları, hapishane gediklileri, kerhaneciler, kumarbazlar, dolandırıcılar, şarlatanlar, avareler, yankesiciler, literati, laternacılar, paçavracılar, bıçak bileyicileri, tenekeciler, dilenciler; kısacası sağa sola savrulmuş başıboş ayaktakımı, Fransızların “La Boheme” dedikleri...” değil. Karıştırılmasın...

Anlatılanlar; kendilerini toplumun üstünden korunaklı mekânlarından, saraylarından ya da gökdelenlerinden bakanların tariflediği; kenar mahallelerin, aşağı mahallelerin yaşayanları, yeraltının berduşları, avareleri, aylakları, serkeşleri, çapulcularıdır. Onlardır ki; geceleri ışıklandırdıkları fallik saraylarının, gökdelenlerinin görsel büyüsüne ve dünyanın şekline şemailine tepeden bakan bu büyük ruhların, adanmışların; devasa kentin yeraltına binlerce köksüz hayata ait manzaralarını, canilerini, fahişelerini, uyuşturucu tacirlerini, mafyayı kendilerinin yerleştirdiklerini gizlerler.

Paçavracı, yosma, kapatma, lezbiyen, haydut, dilenci, kenar mahallelerin, aşağı mahallelerin avareleri, aylakları, serkeşleri, çapulcuları diye aşağıladıkları bizlerizdir oysa. Gözden çıkardıkları öznelerizdir yani. Kenti köşe bucak arşınlayarak çöplerini ayıklayan, yeraltının yüzlerce metre derininden madenlerini çıkaran kara yüzlüleriz, fabrikalarında köle gibi çalıştırılan yağlanmış tulumları, inşaatlarında ter kokulu, tarlalarında çalışan toprak renkli aşağılıklarız. Bürolarında üç-on kuruşa çalıştırdıkları andavallarız. Soylulaştırdıkları alanlara kenar mahallelerden gelip çirkinleştirenleriz. Büyük kentin savurup attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyiz. İfratın ve israfın nesneleriyiz.

Halbuki bu sayılanlar essah insanlardır. Yaşamları bir varoluş sorunu üzerine yığılıdır. Dilleri toplumun gündelik konuşma dili, halk deyişleri, folklorik-yerel motifler ve hatta halk ağzından gelen masal ve tekerlemelerle ve dahi argo ve küfürlerle bezelidir. Sahicidir yani. İnsanın gündelik, günübirlik hayatını, ilişkilerini, acılarını, yalnızlıklarını paylaştıkları yerler kentin sokaklarıdır, mahalleleridir. Giz, özgürlük ve özlemin iç içe yeşerdiği garip bir duygusallık dokusuyla görünür olurlar. Bazen siniktirler, bazen umarsız, bazen isyankâr, bazen özgürdürler.

Metropol Estetiği’nin her şeyi büyük, kaba ve ışıklara boğulmuştur. Doğanın sadeliğinden, estetiğinden yoksundur. Bizim kalemlerimiz, kameralarımız, fırçalarımız, tuallerimiz, çamurlu ellerimiz, sazlarımız, sözlerimiz kirlidir. Bu estetiği yaratanlara uymaz.

Modern kültür, kent ve birey arasındaki ilişkiler üzerine kurulur, güç gösterisi üzerine değil, sivil toplum kuruluşlarının; sendika, dernek, her düşünden baskı gruplarının; sanat, edebiyat ve entelektüel kesimlerin kümelenip faaliyet gösterdiği, demokrasi ve insan haklarının barınıp filizlendiği bir yerleşim birimi olması gerekir. TOMA’larla, gazlarla yasaklanan meydanlarıyla bizim metropol estetiğimiz bu değil.

Susan Sontag; “Fotoğraf çekmek başka insanların ölümlülüğüne, çaresizliğine, değişebilirliğine katılmaktır,” diyor. Fallik binalarının ışıkları ise öldürüyor, çaresizliğe sürüklüyor... Oktay Rifat ise halkın ışığından yana;

Işık kör edicidir, diyorlar, / Özgürlük patlayıcı. / Lambamızı bozan da, / Özgürlüğe kundak sokan da onlar. / Uzandık mı patlasın istiyorlar, / Yaktık mı tutuşalım. / Mayın tarlaları var, / Karanlıkta duruyor ekmekle su.

Metropol fotoğrafçılarının bazıları için kimileri flaneur benzetmesi yapıyor, çok da önemli değil. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın sanatın dilini kullananlar; ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ ve ‘kardeşlik’ hasretiyle çarpışan barikatçıların ya yanındadırlar ya da değil.