AKP’nin iktidara geldiği günlerden başlayarak Ergenekon/Balyoz davalarına, ardından 2010 referandumuna uzanan dönemde fahiş “analiz hataları” yapabilenler, bunun üstüne bir de 1991 sonrası yaygın retoriğin hala etkisi altındaysalar, bu çevrelere en azından ihtiyatla yaklaşmak gerekeceği açıktır

Mevcut rejime muhalefet üzerine düşünceler

METİN ÇULHAOĞLU

Netlik var, netlik yok…

İçinde bulunduğumuz duruma ilişkin “netliklerle” başlayalım dersek, bir konuda hemen hemen tam bir netliğin olduğunu, bir başka başlıkta ise ciddi kafa karışıklıkları yaşandığını söylemek gerekecektir.

Aşağı yukarı tam netliğin olduğu konu, bugünkü AKP rejiminin yönelimleri ve niyetleridir.

Yani bu konuda pek “tereddüt” kalmamıştır.

Gerçi sadece geç değil güç de olmuştur; ama bugün şöyle ya da böyle solda yer alıp AKP’ye demokratikleşme adına “radikal”, “dönüştürücü”, giderek “devrimci” misyon biçen kişi ve çevre (çok şükür) artık yoktur.

Burada nihayet “netleşme” sağlanabilmiştir.

Bu netleşme elbette olumludur. Ancak, aksi yöndeki tüm değerlendirmelere ve uyarılara rağmen netleşmenin bu kadar geç ve güç sağlanması, belirli çevrelerin “inandırıcılığı” ve “güvenilirliği” açısından soru işaretleri doğurmaktadır.

Alan, ne yazık ki tıp ya da mühendislik değildir. “Bu girişimle sıtma denen illetin kökü kazınacak” dendikten sonra sıtma vakaları üç kat artmışsa, “bu bina en şiddetli depreme bile dayanır” dendikten sonra bina daha deprem bile olmadan yıkılmışsa, o hekime ya da mühendise artık güvenilmemesi doğaldır. Gelgelelim, alan tıp ya da mühendislik değil siyaset olduğundan sicili kabarıkların etrafta boy göstermeye devam etmelerini engelleyecek bir “yaptırım” yoktur.

Buraya yeniden döneceğiz; ama netleşme her şeye rağmen iyidir deyip netleşmenin henüz olmadığı diğer başlığa geçelim.

Türkiye’de çeşitli çevreler hala uluslararası siyaset-ideoloji üretim merkezlerinin 1990 sonrasında geliştirdiği retoriğin etkisi altındadır. Farkına varılmayan ya da henüz netlik sağlanamayan nokta ise, “demokrasi”, “demokratikleşme”, “yönetişim”, “çoğulculuk”, “çeşitlilik”, “hoşgörü” ‘akültürasyon”, “sivil toplum” vb. sözcüklerle bezeli bu retoriğin dünyamızda artık gerçek bir karşılığının kalmadığıdır.

Daha net olsun diye ekleyelim: Bu vizyonu içtenlikle sahiplenenler, böyle bir dünya (ve Türkiye) arzulayanlar elbette olabilir; sorun burada değil, dünyanın böyle bir rotada ilerleyebileceği, hatta ilerlemekte olduğu, Türkiye’nin ise bu gidişin tersine kürek çektiği yanılsamasındadır.

Başka bir deyişle günümüz dünya sistemi, 1990’larda “bunun üzerine koyacağım” iddiasıyla yola çıktığı noktanın hızla daha gerisine gitmektedir. Türkiye’de de durum budur; hatta dünya için koyamayacağımız tarih ölçüsünü Türkiye için koyabilecek durumdayız: Bugün Türkiye, mihenk taşı olarak örneğin “demokrasiyi” alacak olursak, bırakın 2002’yi, daha gerilere, 1980’lerin başına doğru bir yolculuğa çıkarılmış durumdadır.

Şimdi, bu gidişe karşı mücadele edeceğiz ya, bu mücadelede sicili kabarık olanların kaçınılmaz varlığıyla henüz netleşme sağlanamayan küresel ana doğrultunun birlikte ortaya çıkarabileceği komplikasyonları da düşünmek zorundayız.

Açmaya çalışacağız.

Dikkate alınması gerekenler

Az önce söylediğimiz üzerinden devam edelim.

AKP rejiminin niyetleri konusunda bugün ne kadar “netleşmiş” olurlarsa olsunlar, AKP’nin iktidara geldiği günlerden başlayarak Ergenekon/Balyoz davalarına, ardından 2010 referandumuna uzanan dönemde fahiş “analiz hataları” yapabilenler, bunun üstüne bir de 1991 sonrası yaygın retoriğin hala etkisi altındaysalar, bu çevrelere en azından ihtiyatla yaklaşmak gerekeceği açıktır.

Böyledir; ama yine de bir gerçeği kabul etmek durumundayız: Siyasal süreçlerde ortaya çıkan özel konjonktürler (toplu durumlar) belirli bir zorlayıcı güce karşı tepkilere kendiliğinden bir çeşitlilik kazandırır. Tepkilerin minimalisti de olur maksimalisti de; yukarıdan şekillendirileni de alttan ve kendiliğinden ortaya çıkanı da; radikali ya da devrimcisi de reformisti de; “daha sonra nereye” perspektifini taşıyanı da “şu belayı bir savsak yeter” yetinmeciliği içinde olanı da…

Bu çeşitliliği, daha açık bir deyişle AKP rejimine yönelik tepkilerin ve muhalefetin bu heterojen yapısını tektipleştirmek ne mümkün ne de gereklidir.

Sonra, “bizim” ölçülerimize göre solda sayılmayacakları halde bugünkü AKP rejimini def edilmesi gereken bir bela olarak görenlerin ve bunda içtenlikli olanların hepsinin solu yolundan saptırma, bir yerlere eklemleme misyonu üstlenmiş “liberal ajanlar” olarak görülmesi de siyasette kurtluk değil bir tür paranoyadır.

Demek ki bir yandan yakın geçmişin dersleri ve günümüz gerçeklerinin uyarısıyla titiz ve ihtiyatlı olmak, diğer yandan da mevcut muhalefet potansiyelinin gerçekliğini görmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız.

Eğer böyleyse, AKP rejimine ve niyetlerine karşı sağlam, ödünsüz ve gevşemeye yer vermeyen bir duruşun dikkate alması gereken başlıklar olacaktır. Örneğin; 1) “En geniş” olan ya da öyle görünen her zaman “en sağlam” değildir; genişlik, uzlaşmacılığı ve ödüncülüğü kaçınılmaz olarak kendi içinde barındırır; hele işin içinde sicili bozuklar da varsa; 2) Kimsenin kimseye genişlik adına asgari hedefler dayatma, “gerisine sonra bakarız” deme hakkı da yoktur, böyle bir gücü ve etkisi de; 3) Rejime ve yönelimlerine karşı direncin asıl olarak “yukarıdan”, düzen içi kurumların damgasını taşıyan bir yapılanmayla parlamenter kanallardan seferber edilmesinin sınırları olduğu gibi gevşeklik ve uzlaşmacılık gibi zaafları da olacaktır; 4) Rejime ve yönelimlerine karşı ille de tek blokta toplanılması gibi bir zorunluluk yoktur; ayrı blokların ortak bir stratejide buluşmaları da kesinlikle mümkün olmadığına göre en fazlası somut gündemlerde (örneğin bir referandumda) aynı tutumun alınmasıdır ve bu da yeterlidir.

Ötesini zorlamanın kimseye hayrı olmayacaktır.

Tarihsel, sosyolojik, antropolojik meraklar?

Türkiye soluna 1980 sonrasında musallat olan bir eğilimdir: Zaten ortada olduğu halde geç idrak edilebilen bir “tarihsel gerçekten”, toplumumuzun ve insanımızın şu ya da bu özelliğinden “ezber bozacak” sonuçlar çıkarılması ve bu sonuçların siyasete dayatılması…

Aydınlanma mı? Aman sakın pozitivizme, elitizme, jakobenizme gitmesin…

Kamuculuk mu? Devlet büyüsün mü yani?

Laiklik mi? Birilerinin zamanında dayattığı gibi olmasın ha…

Gericiliğe karşı mücadele mi? Mütedeyyin halkımızın kimi hassasiyetleri…

Böyle “hassasiyetlerle” blok, cephe vb. kurup mücadele vermek şöyle dursun kulübe bile kurulamaz…

Özellikle aydınlanmacılıkta, laiklikte, kamuculukta, yobazlığa (isterseniz “dinbazlığa” da diyebilirsiniz) karşı mücadelede, barışçılıkta ve emperyal yönelimlere kesinlikle karşı durma ilkesinde ısrarlı bir muhalefetin mutlaka uzak durması gereken bir eğilimdir.

Sadece bu da değildir.

Türkiye’de toplum ve siyaset düzlemlerinde bugün var olan yarılma, en geniş anlamıyla solun “karşı tarafı da anlamaya”, “o kesimin duyarlılıklarına hitap edecek” söylemler geliştirmeye ve sonuçta “demokrasinin asgari müştereklerinde buluşmaya” yönelik girişimlerini sonuçsuz bırakacak boyutlara ulaşmıştır.

Kimilerinin kulağına hoş gelebilir; ama gerçek yaşamda hiçbir karşılığı yoktur.

Herhalde anlaşılmıştır: Başkalarınınki ayrı, ama gerçek bir muhalefetin demokrasi adına 1946 ruhundan, “çözüm” ve bölge politikaları bağlamında Eşme ruhundan, “darbe karşıtlığı” söz konusu olduğunda da Yenikapı ruhundan mutlaka uzak durması gerekecektir.

Başka ruh mu kalmadı?

Ölmüş atı kırbaçlamak…

Meselenin özünü bir kez daha anlatmaya çalışalım: Günümüz dünyasında, ama özellikle Türkiye’de, “burjuva demokrasisi”, “liberal demokrasi”, “çoğulcu demokrasi” gibi geleneksel kategorilerin artık devreden çıktığını, miadını doldurduğunu, kendini sürdürme olanaklarını yitirdiğini söylüyoruz… Dikkat edilirse, işaret ettiğimiz, bunları “kötü”, “yetersiz”, “geri” vb. sayma gibi “sübjektif” denilebilecek bir yargıdan hayli farklı bir durumdur: Dünya kapitalizmi, ama özellikle Türkiye kapitalizmi bu kategorileri koruyup sürdürme kapasitesini yitirmiştir.

Dolayısıyla, ülkedeki AKP rejimi de bugünkü gidişiyle bir nimeti tepmemekte, bir imkânı göz ardı etmemekte, akıntıya kürek çekmemekte, dünyanın ve özellikle ülkenin nesnel durumunun sunduğu fırsatları tepe tepe kullanmak, kendi son istasyonuna böyle ulaşmak istemektedir.

Durum böyleyken, AKP rejiminin alternatifi olarak tükenmiş kimi kategorilere sarılıp bunları hedeflemenin ölmüş atı kırbaçlamaktan farkı olmayacaktır.

Ama başta da dedik ya, muhalefet heterojendir; bu heterojenliğiyle ve tükenmiş kategorilere olan merakıyla birlikte de olsa ikirciksiz “hayır” diyeceği, karşısında duracağı durumlar, adımlar, girişimler ortaya çıkacaktır.

Ne güzel işte…

Böyle anlarda, sandıklarda, protestolarda vb. birlikte olunur ve bu da herkes için en iyisi olur.

Ötesini zorlamanın, küçük taktikler ötesinde “strateji” meselelerine de el atmanın hiçbir anlamı yoktur.

Bilinen bir sözdür: “Stratejide omzunuzun üzerini, taktikte de altını kullanırsınız…”

Bizi bir gösteriye götüren ayaklar, sandığa oy atan eller birbiriyle aynı olabilir; ama omuzumuzun üzerinde duran şey, yani kafamız bambaşkadır…