Blu TV dizisi Alef, “meyhanenin dönüşü” dizisi olarak da okunabilir. Dizinin birbirinden farklı iki sezonundaki dedektiflerin de meyhanelerde buluştuğunu görüyoruz.

Meyhaneler ve melankoli

Murat Tırpan

Bir rakı firmasının yurtdışı satışları için yaptığı eski Beyoğlu mekanları ve rakı sofralarıyla dolu reklama nasıl özlem ve nostaljiyle baktığımızı hatırlıyor musunuz? Evet, bir zamanlar öyleydik, nostaljisiyle. Orada başka bir Türkiye özleminin göstergesine dönüşen meyhaneler hem pandemi önlemleriyle hem de cebimizi yaktıkları için bizden uzaklaştılar. Ama öte yandan ilginçtir, polisiyelerimizde meyhanenin yeniden merkezi bir mekân konumuna yerleştiğini görüyoruz. Ve elbette şaşırmıyoruz çünkü biliyoruz ki “çilingir” sofrası en karmaşık cinayetlerin kapısını bile açar.

2007 yılında yayınlanan bir diziye dikkatli bakmak meyhanenin o dönemde de suç hikâyelerimizle ilişkisi olduğunu gösterecektir. Türkan Derya’nın çektiği Hırsız Polis adlı dizinin bir sahnesinde suçlu Uğur Yücel ve polis Timuçin Esen bir meyhanede oturup uzun uzun kozlarını paylaşırlar. O dönem henüz hırsız ile polisin böyle bir mekânda karşılıklı oturup rakı içerek konuşabildiği (bir nevi Heat filmindeki sahnenin Türk versiyonu) son bir dönemdir belki de. Sonra dizilerimizde meyhanenin yerini daha güvenli ve klişe alanlara bırakıp ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Gerçi polisiyenin de bir süreliğine gözden düştüğünü ancak içinde bulunduğumuz kriz atmosferine bağlı olarak yeniden çoğalmaya başladığını söylemek de yanlış olmaz.
Bu yazının çıkış noktası olan Blu TV dizisi Alef, her şey bir yana bu anlamda, “meyhanenin dönüşü” dizisi olarak da okunabilir. Dizinin birbirinden farklı iki sezonundaki dedektiflerin de meyhanelerde buluştuğunu görüyoruz. Son zamanlardaki Alef benzeri diğer Türk polisiyelerinde de dedektiflerin sık sık meyhanelerde yalnız kalıp düşünmeleri, fikir alışverişi yapıp zihin açmaları, hatta sonuca giden yolda epifaniler yaşamaları tanıdık bir sahnedir. Alef’in ilk sezonundaki meyhane bir yana Av Mevsimi’nin meyhanesini, Yılmaz Erdoğan’ın yine polisiye türündeki Kin filminin açılışındaki meyhaneyi, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da kapıyı açan Behzat Ç’nin hesaplaşmaların ve tartışmaların yaşandığı Ankara meyhanesini, Saygı’daki meyhaneyi hatırlayalım. Yine mesela Poyraz Karayel’de “Oğuz Atay seven polis Poyraz” ve mafya babası Bahri genç adam hapishaneden çıktıktan sonra meyhanede buluşup sarılırlar. Bütün bu örneklerde meyhane suçlarla dolu bir dışarıya karşı sıcak bir içeridir. Suçun takip edilmesi sırasında genelde yukarıdan gelen baskılarla dosyayı kapatmak isteyen itici ve klişe amirler bile burada tatlı birer karaktere dönüşürler. Çünkü ispirto kokulu bu salaş mekanlar Yahya Efendi’nin meşhur şiirinde “Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai…” şeklinde bahsettiği gibi riyanın, riyakârlığın, özetle suçun olmadığı yerlerdir.

Elbette Alef’in temasına uygun bir şekilde bu şiirdeki meyhane tasavvufi bir anlama sahiptir, aşkın öğrenildiği yer, yani tekke veya dergâhın metaforudur. Ama asıl maksadından ayrı olarak meyhane ve riya ilişkisi hakkında fikir yürütmek adına bizim için kullanışlı bir başlangıç noktası olabilir. Eğer riya ve suç dışarıda hüküm sürüyor ise meyhanede güven ve samimiyet olduğunu varsayabiliriz. Bu anlamda polisiye dizi ve filmlerimizdeki meyhanenin dikkat çekici bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Suçtan gına gelenler kendilerini meyhaneye atarlar.

Elbette burada Batılı polisiyelerdeki dedektiflerin gittiği barlarla bir analoji kurulabilir, bizden olmayan tür bize gelirken kendi şablonlarını da getirir. Elbette bu tür mekanlar klasik senaryo formüllerinin ağaç altı/su kenarı şeklinde tarif ettiği kahramanın oturup dinlendiği, soluklandığı mekanlardır da. Ama öte yandan bize ait bir mekân olarak meyhane bundan daha fazlasını çağrıştırır anlatılarda. Örneğin Behzat Ç’de, örneğin Alef’te dürüst ve yalnız kahramanların varoluşlarının neredeyse birer parçasıdır. Alef 1’deki viski içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar karşıtlığını hatırlayalım.
Polisiye severler için Emin Alper’in yönettiği Alef’in ilk sezonu Anadolu’nun geçmişiyle bugünü bağlayan, tarikatlar ekseninde gizemli ve elbette mistik bir suçun ekseninde ilerleyen yenilikçi bir işti. Hatta Ek’in bu sayfalarında daha önce yazdığım bir yazıda da diziden övgüyle bahsetmiştim. Alef yeni sezonunda daha düşük profilli bir hikâye anlatsa da yine alamet-i farikası olan tarihsel bir suçu konu alıyor. Kapadokya’nın etkileyici manzaraları eşliğinde İbni Sina’nin da bahsettiği melankoli hastalığını tedavi eden bir şifa formülünün peşinde, insanları öldüren bir katilin izini sürmekteyiz. Aslında dizinin hele ilk sezondan sonra çok yenilikçi olmadığını, bilindik polisiye şablonları ve karakterlerini içerdiğini söyleyebiliriz bu yüzden çok da hikâyenin üzerinde durmanın çarpıcı bir yanı yok ancak Alef’in merkezinde olan iki kavram bana daha ilginç, konuşmaya değer geliyor: Meyhane ve onun hemen karşısında duran melankoli.
Dizinin kahramanları melankoliyi tedavi eden eski bir formülün pesindeler. Bunu yaparken mütemadiyen Kapadokya’daki şirin bir meyhaneye, Seyit Ali’nin yerine uğramaktalar. Buradaki meyhane karakterlerin boğuştuğu toplumsal ve kişisel meselelerin masaya gelip durduğu mekandır. Buna benzer tüm meyhanelerin sahipleri ise her daim anlayışlı ve bilge görünümlü tiplerdir. Mesela Seyit Ali eski bir polistir ve kahramanımıza sadece rakı değil, danışmanlık da sunar. Bu alan dışarıya göre (beklenilenin aksine çünkü ilk anda meyhanenin melankolik olduğu sanılabilir) daha rasyonel bir alandır. Yine beklenilenin aksine melankolinin de zıttı olduğunu iddia edebilirim. Meyhane melankolinin zıttıdır çünkü melankoli fikirlerin (ve dünyanın) anlamsızlaşması ise meyhanede “efkâr dağıtılır” Başka bir değişle fikirler dağılır yeniden toplanır. Tam da bir dedektifinin yeniden yapması gereken bir şeydir bu, Av Mevsimi’nde Cem Yılmaz’ın oynadığı polisin söylediği gibi “bakış açısı değişir.”

Melankoliye nereden geldik? Elbette Alef’te aranan formülün melankolinin tedavisini sağlayan formül olmasından, başka bir deyişle Mâl-i Hülya’nın. Meyhaneye giremeyip dışarıda bir mal-i hülya içinde olanlar, Suskunlar’daki sisin içinde yaşayanlar (bir nevi Marx’ın temelde bir “yanlış gösteren” olan ideoloji tanımına benzer şekilde) melankoliye düşenlerdir. Hatırlarsak Freud meşhur “Yas ve melankoli” makalesinde, melankolinin yas sürecinden, yani bir tür kayıp sonucu ortaya çıktığını anlatır. Bu kaybın sonucunda nesne ilişkilerimiz bozulur ve libido kendine döner. Bu anlamda onun sözleriyle melankolide kişinin kendi benliği anlamsızlaşır. Bu da patolojik bir duruma, psikoza ya da gerçeklikle ilişkinin bozulmasına sebep olur. Bizimse burada toplum olarak kaybettiğimiz şey “truth” yani gerçekliğin kendisidir; gerçekliğin kaybı, post truth içinde yaşamak zorunda kalmamız tam da toplumsal bir melankoliyi işaret eder. İşte bu noktada (tüm toplumsal kriz dönemlerinde görüldüğü gibi) polisiye devreye girer. Bu tür anlatıların meyhaneyi işaret etmesi, (sözcük anlamıyla) efkarlanmamız gerektiği, fikirleri yeniden ve yeniden dağıtıp toplamamız gerektiği içindir.

Ernst Mandel bir tür polisiyenin ekonomi-politiği olan Hoş Cinayet’inde “kaçış edebiyatı” olarak tanımlanabilecek bir türün de aslında ne kadar politik olduğunu hatırlatır bize ve polisiyenin hikâyelerinin, karakterlerinin ve mekanlarının değişen toplumsal düzen ve koşullara bağlı olarak değiştiğinden söz eder. Peki eğer burjuvanın melankolikleştiği bir dönemde ne olur? Elbette Alef’teki gibi melankolik suçlular ortaya çıkar ve çözümü kendi başlarına gerçekleştirmeye çalışırlar. Oysa bütün bu samimi sahnelerin ima ettiği, polisiyelerimizin ucundan kenarından söylediği gibi çözüm aslında meyhanede, fikirler ve dahi arkadaşlardadır.