‘Şimdinin Edebiyatı’nda Hüseyin Kıran, Kafkaesk ve yer yer Tom Stoppard’ı andıran bağlamlarla sıkı bir işe imza atmış: Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor. Ama bu bazı noktalar açısından yeterince işlevsel olduğu anlamına gelmiyor

Meyve veren Yakup ağacı Yakup vermeyen meyve ağacı

ONUR AKYIL

Hüseyin Kıran’ın 2016’da okuyucuyla buluşan romanı ‘Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor’, kitabın henüz kapağını açmadan, karşınıza çıkacak metnin derin bir yabancılaşmanın ürünü olduğunu size hissettiriyor. Öyle ki erkin karşısında yer alan erkin romanı aslında Hüseyin Kıran’ın Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor’u; bu durumda insanın ve tarihin temel problemi olan insanın ve tarihin birbirlerine eklemlenme, birbirlerini yaratma, var etme süreçlerini ülkemizin, şeyleri imgeleştiren karanlık yanıyla kaynaştırarak anlatan yazarın romanı aslında dağ yolunda biriken karanlığın ta kendisi. İşte tam da bu saptama bize başka bir şey söyleme olanağı yaratıyor kitapla ve içeriğiyle ilgili: Karanlık bir tanışma süreci olabilir; karanlık bir tanışarak uzaklaşma sürecidir, birikmişken değil üstelik, birikiyorken.

Kitabın arka kapağında yer alan, kitabın içeriğine dair alıntıya nedense pek katılamıyorum. Belki yazar da onayladı bu ifadeleri ama bana mesele, kitabın meselesi daha başka gibi geliyor. Editörlerin kitaptan bulup çıkardıkları şeyler çoğu zaman okurun ilgisiyle alakalı, okurun birikimiyle. Dolayısıyla kısıtlı ve basit olabiliyor bazen; pazar işte. Yakup’un, tırnak içinde kitabın kahramanın değişen bir dili, eylemi var mı, sanırım bunu iyi düşünmek gerekiyor. Yabancılaşmanın insan ve toplum üzerindeki köreltici etkisi bir değişim midir yoksa insandan ve toplumdan bağımsız bir dönüşüm mü? Bu nokta atlanmış belki ya da üstünde durulmak istenmemiş bu noktanın. Üretim sözcüğünün varoluş algısıyla Kıran tarafından tam ifadesiyle çarpıştırıldığı romanda, yaşamı sürdürme ve yaşamı algılama ve algılanmış yaşamın getirilerini yorumlama birer üretim olarak düşünülebilir mi? Bunlar aslında gerçekten peşine düşülmesi gereken sorular. Yer darlığı nedeniyle burada girmeyeceğim bu konulara ama ilerleyen günlerde uzun uzadıya yazacağım bu konuda. Çünkü Kıran’ın metni enteresan bir biçimde oluşun nihayet itibariyle yalnızca bir süreç olarak bile olsa tamamlanabileceğine dair gizliden gizliye bir anlam barındırıyor. Bunu bana düşündüren dolaylı yoldan da olsa Marx’ın 1844 Elyazmaları’ndaki şu ifadesi: ‘Emeğin gerçekleşmesi kendini gerçekliğin öylesine bir yitirilmesi olarak gösterir ki işçi kendi gerçekliğini açlıktan ölecek derecede yitirir.’

Aslında henüz bahsi geçen romana dair önemli noktalardan bahsetmeden bu denli çok şey yazmam ve yargıda bulunmam ‘ucuz’ solculuk yapmam olarak görülmesin, fakat madem bahsi geçen roman için ‘güzel’ deniyor -ki ben de beğendim- beklendiğinden daha derin ve daha ‘teorik’ bir okumanın yapılması şart. Bu anlamda romanı birçok dostumuz çoktan okumuştur ama ben yine de bu dosya bağlamında bazı noktalara yeniden değinmek durumundayım.

İlk olarak ağaçların kereste olmamaları meselesinin, kendi adıma kitabın ve dolayısıyla yazarın yakaladığı en büyük oluş sorgulaması olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü kitabın henüz başlarında geçen bu saptama ve onun etrafında kurulan cümleler aslında romanın bütüncül bir özeti. Örneğin bu kitapla ilgili ilk tanıtım yazısını ben yazsaydım yalnızca bahsettiğim noktayı alıntılardım. Çünkü romanın bu noktası Yakup’un Yakup olmadığının ve olamayacağının kestirmeden kabulü anlamını taşıyor. Yazar, romanın on dördüncü sayfasında, ‘Ağaçlardan kereste olmaları isteniyordu ama ağaçlar akıl edip keresteye dönüşmüyorlardı ne yazık ki’ diyerek, aslında cümlenin ve anlatının kendisinden sonra gelen ifade bütünlerini çaresiz bırakan bir noktayı ele almış. Doğanın itaat kültüründeki konumlanışı anlamında, insanın itaat ederek doğadan kopmasına dair muhteşem bir ayrıntı… Fakat meyve ağaçlarının meyve vererek itaat ettiklerine dair, efendilerini mutlu ettiklerine dair söylem -yine aynı bölümün öncesinde- diyalektiğin bazen hayat içre nasıl çırpındığını anlamamız açısından da son derece önemli.

Dolayısıyla Yakup’un ve kereste olmayı düşünmeyen ağaçların ama bununla birlikte meyve verdikleri için görev bilincinde olduğu düşünülebilecek diğer ağaçların, temel var oluş yazgılarında sağmalar, yönelimler ve çıkışlar aynı aslında. Kereste olduğunda kabul görecek bir ağacın yazgısı, devrimci dönüşüme sarılmasından başka bir şey olamaz. Olmamalıdır. Özün parçalanışı anlamında, Marx’ın söylemin ötesine giden ve belki mistik bile bir hal alan bu söylemin, dediğim gibi kitabın en önemli noktası olması bu yüzden. Yazının başlangıçta değindiğim ve romana dair birer patika olarak görülebilecek tüm erken yargılarının nedeni de bu aslında.

Benzer bir yaklaşım, kitabın yirmi dört ve yirmi beşinci sayfaları arasında da mevcut. Burada devreye insanların en büyük, en doğal yabancılaşma mekanizmalarından biri olarak dil giriyor. Dilin Marx’ın yabancılaşmasıyla, yabancılaşma tanımıyla ne alakası var diye düşünenler zaten yazının geri kalanını okumasın. Neyse, buradaki nokta önemli; Yazar bu bölümde ‘Dilse bir duvardı bu.’. diyor ve devam ediyor, öyleyse bu duvar ancak yıkılabilir; öyle demiyor ama bunu bize hissettiriyor; etrafına dolaşıyor bu saptamanın hatta açıktan alınmış eylem kararının. Kitabı bu yazıdan sonra yeniden okuyacak arkadaşların, dostların bu noktalarda yeniden düşünmesi gerektiğine inancım tam.

Başka ve enteresan ama son derece kuvvetli bir nokta atın ölümü / öldürülmesi; bu noktada aslında taşınan mesajın ve elçiliğin reddi anlamını dolaylı yoldan metne / romana dâhil ediyor. Bununla birlikte, ‘elçilik elbisesi olmayan bir elçi’ bağlamı da, mesajın, taşıyanın ve dolayısıyla anlamın çoktan değiştiğine ve belki de bu süreç içerisinde bütün bunların olabileceği öngörülebileceğine göre, hiç olmayışı anlamında ayrıca önemli parametreler barındırıyor.

Açıkçası yer sıkıntısı nedeniyle, bu metne sıkıştırmaya çalıştığım noktalar Yakup’tan önemli; çünkü Yakup başına daha önce gelenlerle, başına şimdi gelenlerin ve gelecekte başına gelecek olanların değişen ama çaresiz öznesi. Çünkü olanın değiştirme biçimi, olması gerekenin değiştirme biçimi ve kuvvetiyle her zaman çelişki içinde oldu tarih boyunca insan için.

‘Şimdinin Edebiyatı’nda Hüseyin Kıran, Kafkaesk ve yer yer Tom Stoppard’ı andıran bağlamlarla sıkı bir işe imza atmış. Ama işin sıkı olması bazı noktalar açısından yeterince işlevsel olduğu anlamına gelmiyor. Benim açımdan örneğin önemli olan Yakup’un meyve ağaçlarına doğaları gereği gerçekleşen şeylerin itaat etmenin dışında değerlendirilmesi gerektiğini anlatması olurdu. Böylelikle mistiğe uzanan ve sağlam bir metinde hasar açan karışık hat, köklü gerçek bir değişim için kurulabilrdi.