Mezarlık buluşmaları…

EREN AYSAN

Aydın öldürümleri hep can yakıcı başlıklar haline dönüşüyor; kalpteki derin sızı kimseyi teselli etmiyor. Onca birikimin bir anda, üstelik insan eliyle, toprak altına gitmesinin tahammül edilebilir yanı yok kuşkusuz.

Belki de bu nedenle, aydın cinayetlerinin ardından düzenlenen cenaze törenleri binlerce hatta yüzbinlerce insanımızın katıldığı isyan çığlığına dönüştü. Özellikle yetmişli yıllarda, yaşadıkları dönemin simge isimleri oldu her biri: Ümit Doğanay, Bedrettin Cömert, Akın Özdemir, Cavit Orhan Tütengil, Zeki Tekiner… Cinayetlerin son halkası olarak nitelendirebileceğiz Tahir Elçi’yle birlikte gömdüklerimizin sayısı azımsanamayacak kadar çok.

Ne yazık ki bir zamanlar binlerce kişinin saygıyla andığı aydınlarımızın değil genç kuşak hatta orta kuşakça dahi bilinmeyişi düşündürücü, dahası acıtıcı. Bunu hafıza kaybıyla ya da çok kaba bir biçimde kuşaklar arasında aktarımın olmayışıyla açıklamaya çalışmak ise pek yavan geliyor doğrusu. Sistemli bir biçimde unutturulmaya çalışılan bu öldürümlerin anmaları da yalnızca bireysel çabalarla, ailelerin desteğiyle sürüyor. Gerçekleştirilen programların da çoğu zaman, alışılageldik bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediğini üzüntüyle görüyoruz, yaşıyoruz. Geriye ise yakınlarının gözyaşları ve yarım kalan hayatlar kalıyor.

Seksenlerin soğuk iklimine rağmen yayıncı 'İlhan Erdost'un öldürümü bir anda geniş kitlelere ulaşmış, yıldönümleri 'İlhanİlhan Kitabevi' önünde büyük kuyruklara dönüşmüştü. Zamanla caddelere taşan kuyruklar azaldı, kitabevinin zili daha az çalınır oldu, ne acı ki! Mezarlık anmalarına her sene katılan yoldaşları da ölümün soğukluğuna yenik düştü. Vecihi Timuroğlu, Metin Demirtaş, Alaattin Bilgi, Mustafa Şerif Onaran… Onlar da ayrıldılar aramızdan. Mezarlık anmalarıyla kuşatılmış çocuklar için baba dostlarının kayıpları da derin yaralar açıyor yürekte.

Önceki günkü İlhan Erdost’un mezarlık anmasında da aynı yüzler toplandık. Her zamanki gibi 7 Kasım gününde bu öldürümün nasıl gerçekleştiğine ilişkin tanıklığını bilgeliyle birleştiren konuşmasını yaptı Muzaffer Erdost.

Seneye bu cinayetin üstünden tam kırk yıl geçmiş olacak. O zamana kadar dağılacağız her birimiz. İlhan Erdost’un eşi Gül Erdost ise, onu her hafta ziyaret etmeye devam edecek. Pazar günleri evde kocasını yad ederek İlhan’ın sevdiği türküleri dinleyip ağlayacak. Öldürüldüğünde altı aylık olan Alaz, babasını tanımadığı için her sabah güne buruk uyanacak. Türküler, o meşum gün üç yaşında küçük bir kız çocuğu olduğundan bir kaç yarım anısıyla özlemini dindirmeye çabalayacak. Yaşam bütün korkunçluğuyla devam edecek. Dört kız kardeş beş parasız kaldıkları için intihar edecek, otizmli çocuklar yuhlanacak, Levent Üzümcü’nün oyunu yasaklanacak, biz İtalyan oyun yazarı Dario Fo’nun, “Başımız dimdik yürüyoruz, çünkü boğamıza kadar bokun içindeyiz” sözüne koşut bir hayatın içine gömüleceğiz.

Sonra kitabın sayfalarını aralayacağız, Cemal Süreya’nın İlhan Erdost için yazdığı o güzelim şiiri bir kere daha okuyacağız: “Bir bardak su içsem şimdi / yaralarımdan dökülür / Gün ki yıkımlar günüdür / Boştur ne söylesem şimdi.”

Wilde’ın ünlü sözü, “Sanat hayatı taklit eder”dir. İlhan öldürülmeseydi Cemal Usta da bu şiiri yazmasaydı demek yaşadığımız döneme ve bilince aykırı. Hayatın içinden yürüyor sanat da.

Yine de keşke Cemal Usta’nın bu güzelim şiiri yazmasına neden bir öldürüm olmasaydı!