Mezarlar, toplumsal kültürlerin büyük bir bölümü için ölenler ve kalanlar arasındaki temasın en önemli nesnel araçlarıdır. Üstelik sadece bugün değil, tarih boyunca da böyleydi. Ölüm ve onun algılanma biçimi büyük ölçüde inançların oluşturduğu binlerce yıllık geleneklerin konusu olmuş; ölülerin dini törenlerle toprağa verilmesi kadar gömüt yeri seçimi ve inşası da kendine özgü bir kültür haline gelmiştir. Mezarlar, bu kültürün merkezindeki nesnel simgelerdir.

Henri Pirenne, Ortaçağ’da inşa edilen mezarlıkları ölüler şehri olarak nitelendirmişti. Zira ölüler şehirlerin içi veya çevresinde; bu amaçla inşa edilen mezarlara gömülmeye başlanmış ve mezar şehirler oluşmuştu.

Modern düşünce, gidenlerin mekanlarını dünyevi bir yaklaşımla yeniden düzenlemiştir. Mezar yerleri-büyüklükleri, mezarlık parkları, büyüme olanakları, mezar sınırlarında ağaçlandırmalar, gündelik ihtiyaçlar için çeşmelerin inşası ve ölüye son görevin yapılmasını mümkün kılan diğer düzenlemeler bu yeni dizaynın birer parçasıdırlar.

Modernizmin ölü mekanlarıyla ilgili getirdiği başka yenilikler de var. Mezar mülkiyeti olarak ada, pafta ve parsel bilgilerinin yazılı olduğu Tapu bunun bir örneğidir. Hatta tapular üzerinden bir mezar piyasası da inşa edilmiştir. Dünyevi olan, uhrevi olana o kadar müdahil olmuştur ki modernizm büyük ölçüde inançların konusu olan ölüm ve mezarlık olgusunu, milli bir kimlik giydirerek başka bir duyarlılıkla yeniden örmüştür. Böylece mezarlıklar, modern devletlerle birlikte şehirlerin özel mekanları ve kent yönetimlerinin uzmanlık birimleri haline gelmişlerdir.

Fakat ister geleneksel ister modern olsun, tarihin her döneminde insanlar, ölüleriyle inançlarına ve kimliklerine uygun şekilde özel ilişkiler kurmuşlardır. Mezarlar ve mezarlıklar bu ilişkinin merkezi mekanları olmuş; bunlar üzerinden üretilen ritüel ve pratiklerin tamamı, mezar inşa etme geleneğine sahip olan toplumlarda kendine özgü köklü bir kültür oluşturmuştur.

Ne var ki mezarsızlık olgusu da yine modern zamanlara özgü bir pratik olarak gelişmiştir. Bu çelişkili durumun en bilinen örneği ulus devletlerin hâkim kültürleri için bir tür ‘kutsal’ anlamı olan ölüm hali ve mezar inşasının, tasfiye edilmek istenen kimlik ve kültürler için önemsiz hale getirilmiş olmasıdır. Bu durumu bir anlamda söz konusu kimlik ve kültürlere karşı mücadelede mezarsızlığın keşfi olarak niteleyebiliriz. Nitekim modern devletlerce hayatlarına son verilen bireyler veya grupların mezarsız bırakılmaları; gömüldükleri yerlerin ailelerinden gizlenmesi pratiği çokça yaygınlaşmıştır.

Bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye de, döneminin diğer modern devletleri gibi bu tecrübenin mekanlarından birisi olmuştur. Bu duruma işaret eden pek çok deneyim bulunuyor. Onlardan birisi de 15 Kasım 1937’de Elazığ’da Seyit Rıza dahil idam edilen yedi kanaat önderinin mezar yerlerinin, üzerinden 83 yıl geçtiği halde hâlâ bilinemiyor olmasıdır.

Öykünün özeti şudur: Gazete haberlerine göre Seyit Rıza 12 Eylül 1937’de Erzincan’da teslim olur. Yaklaşık iki ay süren mahkeme sonunda idam cezası verilir ve İhsan Sabri Çağlayangil’in detaylı olarak aktardığı gibi türlü hilelerle 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda Seyit Rıza dahil yedi kişinin idamı gerçekleşir. İdam edilenlerin teşhir edilen cenazeleri ailelerine verilmez, akıbetleri meçhul kalır. Böylece herkes için inançsal ve yasal hak olan ölüsünün mezarını ziyaret ve dua hakkından idam edilenlerin aileleri mahrum edilir. Tıpkı İstiklal Mahkemelerinde aynı akıbete uğramış başka pek çok kanaat önderinin öyküsünde olduğu gibi.

Binlerce yıllık inançsal geleneğe karşı bu modern müdahalenin öyküsü elbette pek çok derslerle yüklüdür. Onlardan sadece biri olan mezarsız bırakmak bir modern barbarlık olarak bireylerin veya ailelerin ölüleriyle bağını kesmektir. Bu pratik, geleneksel inançlar-kültürler bakımından son derece ağır bir cezadır, çünkü söz konusu ailelerin yaşayacak tüm kuşaklarına ve aslında tüm topluma verilmiştir. Ne yazık ki modern barbarlığın bu türü, hâlâ dokunulmamış bir pratik yüzleşilememiş bir utanç olarak orta yerde duruyor.