Bu ifade belki tuhaf karşılanabilir ama tarihsel bir gerçektir. Mezarları imara açmak özellikle inanç kültürlerinin güçlü olduğu topluluklarda büsbütün tuhaftır. Zira ölüler ve mekânları bu kültürlerde özel koruma duygusunun muhatabıdırlar. Değil mezarları imara açmak bunu tahayyül etmek bile zordur. Gelgelelim modernizm ve milliyetçiliğin teorik-pratik yansımaları bu tuhaflık halini adeta normalleştirmiştir.

Modern ulus devletlerin tek kültür-kimlik inşasına dayalı politika ve uygulamalarında hâkim kimliğin dışında kalan ne varsa ya tasfiye politikalarına muhatap olmuş ya da periferik alanda tutulmuştur. Yani görmezden gelinmiş, ondan söz edilmemiş ve tasfiyesi için uygun ortamlar inşa edilmiştir. Bu durum Türk modernleşmesi için de geçerlidir.

Osmanlı son döneminde başlayan modernleşmenin unsurlarından birisi, yerel yönetimleri kurması ve mezarlıkları da kamu hizmetleri içine almasıydı. Mezarlıklar belediyelerin hizmet ve yetki alanına dahil edilmişti. Mezarlıklara resmi müdahale de böylece mümkün olmuştu. Nitekim 1857’de kurulan 6. Daire-i Belediye, Müslüman olmayan topluluklara ait mezarlıkları şehir dışına çıkarmış; yerlerine Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi kamu binaları ve bahçeler kurmuştu. Yani mezarlıklar imara açılmıştı.

Cumhuriyet’in ilanıyla mezarlıklara müdahale sistematik olarak yeniden ele alınmış; 1930 yılında çıkarılan 1580 Sayılı Belediye Kanunu içinde ayrı bir baslık olarak işlenmişti. Kanunla mezarlıklar, Evkâf (Vakıflar) idaresinden belediyeye geçmiş ve metruk mezarlıkları imara açma yetkisi belediyelere verilmişti. Bütün bunların anlamı şuydu: Belediyeler kendi sınırları içindeki mezarlıklarla ilgili kapsamlı müdahaleler yapabileceklerdi. İstanbul Belediyesi o dönemde mezarlıkların imara açılması, bakım ve temizlikleri, cenaze hizmetleri gibi çalışmaları organize edip sürdürmek için bir Mezarlıklar Müdürlüğü oluşturmuştu.

Kanunun yürürlüğe girmesinden bir süre sonra şehirlerde mezarlıklara dair düzenlemelerin nasıl yapılacağı hakkında ayrıntılı bir Belediye Mezarlıkları Nizamnamesi de yayımlanmıştı. Nizamname, belediyelerin mezarlıklara dair yapacakları işlerin yolu, yöntemi ve içeriğini de detaylı bir şekilde tanımlıyordu.

İstanbul Belediyesi, bu yasal düzenlemelerin ardından şehirdeki mezarlıkların “sahibi” haline gelmişti. Bu mezarlıkların bir bölümü gerçekte şehrin Müslüman olmayan nüfusuna aitti ve bunların bir kısmı metruk kategorisinde tanımlanmıştı. Belediye, çıkarılan yasaya dayanarak bu mezarlıkları satabilir ve imara açabilirdi. İstanbul Belediyesi de öyle yapmış; sınırlarındaki metruk mezarlıkları satışa çıkarmıştı. Bu satışlarda temel koşul mezarlıkların imara açılması idi ve ilk mezarlık 1931 yılında bir Türk doktoruna satılmıştı. Bu uygulama ile belediye; Kasımpaşa, Kıztaşı ve Eyüp Evlice Baba mezarlıklarının satışını gerçekleştirmiş ve ardından Mevlâna isimli bir mezarlığın kiralanması teklifi üzerine burayı apartman yapılması şartıyla satabileceğini açıkça beyan etmişti. Tahmin edileceği gibi mezarlık satışlarında en çok talep gören bölge Beyoğlu idi. Yanısıra Beşiktaş Abbasağa Rum mezarlığı da istimlâk edilerek bir park planlanmıştı. Keza Ayaspaşa Mezarlığı imara açılarak apartmanlar dikilmiş ve etrafa dağılan ölü kemikleri dönemin basınında tartışma konusu olmuştu.

Ne var ki mezarlıkların mülkiyeti ve hakları üzerinde Cumhuriyet döneminde yapılan yasal düzenlemelere karşın Osmanlı’daki hukuk içinde vakıfların ve cemaatlerin hakları meselesine tam bir çare bulunamamıştı. Böyle olduğu için Cumhuriyet döneminde şehirdeki Müslüman olmayan topluluk mezarlıklarına yönelik belediye eliyle gerçekleştirilen müdahalelere karşı ilgili cemaat ve vakıfların hukuki girişimleri de sözkonusu olmuştu. Ama yine de çok sayıda şehir mezarlığı bu politikanın hedefi olmaktan kurtulamamıştı.

Bugün sadece İstanbul’da değil Türkiye’nin pek çok şehrinde Müslüman olmayan topluluk mezarlıklarının yerlerinde apartmanlar, parklar, kamu binaları vb. bulunuyor. Sadece eski mezarlık mekânlarından değil, bu mekânların belleğinden de bir iz kalmamış görünüyor. Şehir belleğinin bu kısmı adeta silinmiş gibi. Milliyetçi ya da dini bütün “ideal” söylemlerin gelip çarptığı ve sarsıldığı yer, bu silinmiş sayılan belleğin arkasındaki tarihsel gerçektir.