Seçİm öncesİnde, AKP’nİn 2013’ten bu yana yapılandırmaya çalıştığı yenİ güvenlİk rejİmİnİn ‘kurumsallaştığını’ görüyoruz

MGK’dan muhbir  vatandaşa güvenlik rejimi

Geleceğe endişe ile bakanların sayısının her geçen gün arttığı bir dönemdeyiz. Siyasi mekanizmaların çözüm üretme kapasitesinin Erdoğan’ın hamlesiyle atıl kılınması ve buna paralel olarak devlet şiddetinin yoğunlaşması, tek tek bireylerin politik süreçlere katılım arzu ve hevesini köreltiyor. Öte yandan devlet ile PKK arasındaki savaşın neden olduğu umutsuzluk ve bıkkınlık toplumun farklı kesimlerinin, muhalif başkaldırışlara destek olma ve özörgütlenme eğilimini de törpülemiş gibi görünmekte. Bu sosyo-politik atmosfer elbette en çok Erdoğan’ın ve AKP’nin işine geliyor. Yakın gelecekte içine çekildiğimiz savaşın boyut ve içerik değiştireceğine dair çok ciddi sinyaller var.

I. Erdoğan ve AKP’nin savaş kararı, iktidar kalemşorlarının iddia ettiğinin aksine PKK’nin misilleme eylemleri sonrasında alınmadı. 2013’ten 7 Haziran seçimlerine kadar olan sürede, çözüme dair herhangi somut adım atmayan AKP, yalnızca Kürt siyasi hareketinin bölgedeki etkinliğini cebri yöntemlerle sınırlamama taktiği ile yetindi. Bürokratik engellemeler, idari geciktirmeler ve gözdağları dışında inzibati işlemlere başvurmadı. Bu esnada PKK, geri çekilme kararını önce askıya aldı sonra da devletin kendilerini oyaladığını fark edince şehir yapılanmalarını güçlendirme kararı aldı. Dağa çıkışların silahların sustuğu dönemde dahi devam etmesi hem AKP’nin tutumundan hem de Ortadoğu’daki gelişmelerden kaynaklanmıştı. Gençlerin bir bölümü eğitim almak için Kandil’e giderken bir bölümü de şehirlerdeki gençlik örgütlenmesinin parçası haline geliyordu. AKP, 7 Haziran öncesinde Kürt hareketinin ve PKK’nin bölgedeki gücünün kendi aleyhine dönüştüğünü anladı ancak savaş başlatmak için seçimin sonrasını beklemek zorunda kaldı. Büyük ihtimalle Kürtlerden aldığı oyu seçim öncesinde riske atmak istememişti ancak 7 Haziran sonuçları AKP’nin çoktan Kürt seçmeni kaybettiğini gösterdi. Artık operasyonlar başlayabilirdi.

II. İktidar muhtemelen ilk başlarda Kürtlere gözdağı vererek operasyonları belirli sınırlar içinde tutmayı yeğleyebilirdi. Ancak seçim sonrasında da HDP’nin Erdoğan’a karşı tutumunu değiştirmemesi ve Kürt siyasi hareketinin vites yükseltmesi ile birlikte operasyonların yoğunluğu arttı. AKP’nin Erdoğan’ın ilan ettiği savaşın siyasi yürütücüsüne dönüşmesi bir yana, sürecin seyrini doğrudan etkileyen şey daha önce tasfiye edildiği gururla duyurulan ‘derin devlet’in savaşa dahil olmasıydı. AKP devletleştikçe kendi ‘derin devletini’ kurma çabasına girişmişti. Zaten henüz tamamlanamayan bu süreç, cemaatin denklem dışına çıkarılmasıyla yarım kalmak üzereydi ki savaş ‘eski’ derin devlet yöntemlerini ve aktörlerini geri çağırdı. Kirli kumpaslar, faili meçhulleri andıran infazlar, şehir ablukaları, provokasyonlar seçimden bu yana Kürt illerinde sistematik biçimde uygulanıyor. Ölümün ne zaman ve nasıl geleceğinin belli olmadığı dolayısıyla gündelik yaşamın bir kez daha ölüm tehlikesiyle birlikte aktığı coğrafyada Silopi’de damda uyuyan anne kızın katledilmesi örneğinde olduğu gibi hesap soracak bir fail bulmak da güçleşiyor.

III.Özerklik ilanları ve özsavunma denemeleri, savaş ortamında PKK’nin bir karşı hamlesi olarak değerlendirilmekte. Kürt siyasi hareketi Öcalan’ın da görüşleri doğrultusunda demokratik özerklik fikrini bir siyasi proje olarak olgunlaştırdı. Demokratik özerklik, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi perspektifini içeren ancak onu aşan bir özelliğe sahip. Kürt siyasetçileri yönettikleri şehirlerde, fiili durumlar yaratarak Kürt halkının taleplerine uygun bir biçimde merkezi otoritenin çizdiği çerçevenin ötesinde adımlar attı. Ancak şimdi karşı karşıya olduğumuz bir muharebe yöntemi olarak özyönetim ve ‘özsavunma’ uygulaması. Devlet şiddetine karşı gerillanın savaşı il ve ilçe merkezlerinde yürütmeyi kabul etmesinin bir sonucu. Fakat ‘özsavunma›nın, işin yönetim kısmını galebe çalarak askeri bir taktik mücadelesine dönüşmesi son kertede demokratik özerkliğin inşai bir şey olduğuna dair argümanı zayıflatıyor.

IV. Seçim öncesinde, AKP’nin 2013’ten bu yana yapılandırmaya çalıştığı yeni güvenlik rejiminin ‘kurumsallaştığını’ görüyoruz. Bu konuda son iki yılda epey yol kat eden iktidar şimdilerde Erdoğan’ın emriyle ülkeyi açıkhava hapishanesine çevirmenin son rötuşlarını yapıyor. Önce muhtarlara kadar tüm idarecileri sonra da yurttaşları muhbir-vatandaşa dönüştüren teşvik mekanizmaları oluşturuldu. TMK kapsamına giren suçların faillerinin yakalanmasına yardımcı olanlara veya kimliklerini bildirenler ödüllendirilecek! Jurnalcilik, otoriter rejimlerin kadim hastalığı olarak ülkeyi yönetenlerin ne denli korktuğunun göstergesidir. Bunun da ötesinde muhbirliği bir vazife haline getirmek, kişisel ya da zümreye ait çıkarları “milli menfaatler” kisvesi altında hasmını bertaraf etmek için kullanmanın yolunu açar. Neticede korku toplumun kılcallarına kadar nüfuz eder ve siyasal eylem kapasitesine zarar verir. Başbakanlık Koordinasyon Merkezi ve Başbakanlık Takip Merkezi adlı iki yeni oluşumun hayata geçirilmesi devletin kendi iç organizasyonunda güvenlik rejimini esas alan dönüşümün yeni bir aşamaya geldiğinin kanıtı. “Güvenlikten” ve idareden sorumlu aktörler arasında kurulmaya çalışan bağ, merkezi otoritenin rakip aktörleri tek elden kontrol etmesini ve fişleme işlemlerinin standartlaştırılmasını öngörüyor.

V. Güvenlik rejimi tamamlandığında Saray’ın sistemin tümü üzerinde kurduğu denetim en yüksek aşamaya ulaşacak. 1 Kasım’da seçimlerin yapılıp yapılmayacağı da buna göre netleşecek. AKP’nin ciddi bir oy artışı sağlayamayacağı kesinleşirse seçimin ertelenebileceği şimdiden dillendiriliyor. Suriye’de “terör örgütlerinden arındırılmış bölge” yaratma hedefinin MGK’da teyit edilmesi rastlantı değil. Geri planda çalışan MGK, TSK’nın yeni komuta kademesi ve AKP’nin güvenlik rejimi tutkusu hesaba katıldığında belli ki daha görünür olacak. Öte yandan devlet, seçim güvenliğini bahane ederek Kürt illerinde seçimlerin sonuçlarına doğrudan etki edecek hazırlıklara çoktan başladı. Üç yıl aradan sonra bölgeye gönderilen komando tugayları, yalnızca ‹alan hakimiyetini’ sağlamakla kalmayacak seçimde de rol alacak. OHAL zamanındaki seçimler hatırlandığında komandonun ‘seçim güvenliği’ sağlamasının aslında sandığa çeşitli yollardan müdahale edilmesinin yolunu açmak demek olduğunu biliyoruz. MGK toplantısı kararları düşünüldüğünde ‘seçim güvenliği’ tedbirlerinin sonuçları değiştireceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu şartlar altında elbette seçimde aktif rol üstlenmek önem kazanıyor. Ancak çok daha önemli olan mücadeleyi tek başına sandığa indirgemeden, sokaktan koparmadan sürdürebilmek ve evlerine çekilen, bıkkınlık ve umutsuzluk içinde siyasi eylem isteğini yitiren kitleleri bir umuda ortak edebilmek.