Geniş halk kitleleri derin bir yoksulluğun içinde kıvranıyor. İktidarın etrafında öbeklenmiş bir grup semirdikçe semiriyor ama milyonlarca insan ucuz gıda kuyruklarında helak oluyor. Bırakın ayda yılda bir çoluğu çocuğu sevindirmeyi, temel ihtiyaçları karşılamaktan bile mahrum anneler, babalar borçlarına borç katarak ayakta durmaya çalışıyor. Yoksulluk ve yoksunluk mahallelerde kol geziyor. Henüz 10’lu yaşlarındaki çocuklar, iyi bir gelecek için hayal kurmak yerine döviz kuruna gözlerini dikip karalar bağlıyor. Bu tablodan utanç duyması gereken koltuk sahipleri ise “dış güçler” heyulasını kendilerine kalkan yapıp büyüklere artık dinlemekten sıkıldıkları o bayat masalları anlatıyor.


Türkiye’de sağ iktidarlar her ekonomik buhranda, krizin yükünü toplumun en kırılgan kesimlerinin omuzlarına yükledi. Bu bir zorunluluk değil, aksine bilinçli bir tercihti. Acı reçete lafını ağızlarına her aldıklarında sabit gelirliler, emekliler, esnaf ve çiftçiler daha da yoksullaştı; ancak hâkim sermaye grupları büyümeye devam etti. 1994 krizi patlak verdiğinde Çiller, 5 Nisan kararlarını savunmak için “ekonomik kurtuluş savaşı” verdiklerini ilân ediyordu. O “ekonomik savaş” dedikleri; zengini koruyan, muhalifin sırtından sopayı eksik etmeyen bir olağanüstü hal düzeniydi. Dışarıda uluslararası finans örgütleri, içeride MGK eliyle yürütülen yıldırma faaliyeti, Türkiye’nin örgütlü toplumsal mücadele odaklarını hedef aldı.

Aradan çeyrek asırdan fazla zaman geçmesine rağmen yine benzer bir noktaya geri döndük. Tek adam rejimi kurulurken ekonominin şahlanacağı müjdesini veren iktidar, bugün “kurtuluş savaşı” mevzisine çekilmiş durumda. Yabancı yatırımcı çekmek için halkını yoksullaştırmayı bir “kurtuluş savaşı” olarak adlandırmak ancak Cumhur İttifakı’na yakışırdı. Üstelik iktidar, bu operasyonu yıllar yılı vesayet organı olarak andıkları MGK’nın garantörlüğünde yürüteceklerini açıkça ilân etti. Erdoğan ve yakın çevresinin düşük faiz-yüksek kur politikası, artık salt bir hükümet tercihi değil, bizzat MGK eliyle tescil edilen bir devlet politikasına dönüştürülüyor. Böylece yakın tarihte bir ilk de gerçekleşmiş oluyor. Artık Saray rejiminin ekonomi politikasını eleştirmek devlet nazarında bir “milli güvenlik” sorunu!

ZAMANLAMA MANİDAR

MGK kararının zamanlaması da manidar. Çünkü bu karar, yalnızca Erdoğan’ın faizlerin daha da düşürüleceğini söylediği, Lütfü Elvan’ın istifasının yolda olduğu haberlerinin dolaştığı, Türkiye’nin ucuz emek cenneti olacağının dillendirildiği bir döneme denk gelmedi. Aynı zamanda kitlelerin iktidara yönelik itirazlarının sokağa taştığı bir dönemde alındı. Yurttaşlar kamusal mekânlarda artık yüksek sesle geçinemediklerini ilân ediyorlar. Kâh bir pazar yerinde kâh bir toplu taşıma aracında kulağınıza “yeter artık” diyen bir emeklinin, ücretlinin, öğrencinin sesi ulaşıyor. Bu bireysel şikâyetler birbirine temas ettikçe büyüyor, cesaret kazanıyor ve kitleselleşiyor.

Hal böyle olunca iktidar bir elinde MGK sopası bir elinde sağcı güruhları mobilize edecekleri tehdidiyle ekonomik sorunların neden olduğu kitle hareketlerinin önünü kesmeye çalışıyor. Muhalefetin “beklemede” kalmasını istiyor, mitingler ve halk buluşmalarıyla iktidarı kaybedeceği bir seçime zorlamasına mani olmayı hedefliyor. Toplumsal muhalefet yurdun dört bir yanında krize karşı eylem çağrısı yaparken, SOL Parti mitinglerinin etkisi sürerken, CHP miting kararı almışken, BBP lideri Destici’nin “Sokağı tahrik etmeyin yoksa bu millet size sandıkta da sokakta da ders verir” demesi rastlantı değil.

Fakat iktidarın her zaman yaptığı gibi gözdağı ya da kültür-kimlik siyaseti üzerinden halkın öfkesini bastırması ve kriminalize etmesi zor görünüyor. Yoksullaşmanın, yoksunlaşmanın, güvencesizliğin boyutları öylesine devasa ki, hem korku duvarını yıkıyor hem de “laikler/dindarlar”, “Batıcılar/milliler” gibi kimlik politikalarından devşirilmiş ayrımları ezip geçiyor. Yıllardır sınıfsal analizlere dudak büken kanaat önderleri dahi sınıfsal uçurumun toplumun politik mevzilenmesinde başat rol oynayacağını kabul etmek zorunda kalıyor.

“Koltuğunuzda oturun ve seçime kadar bizi seyredin” diyen muhalif siyasetçi ve yorumcular, halka sundukları yatıştırıcı ilacı “dahiyane strateji” diye yutturmaya çalışıyor. Kamusal mekânlarda kitlesel hak arayışının iktidara yarayacağını söylüyorlar. Halbuki yoksulluğa karşı tabandan itirazın yükseldiği böylesi bir zaman diliminde kolektif, barışçıl demokratik mücadeleyi savunanlar değil, bu tip bir mücadele ile sandığı birbirinin karşıtıymış gibi sunanlar iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü seçime giden yol aynı zamanda nasıl bir Türkiye istediğimizin belirginleştiği bir yoldur. Halkın yoksullaşmasına, ülkenin emperyalist-kapitalist merkezlere daha da bağımlı kılınmasına itiraz, hem bugünkü iktidara hem de iktidara talip olanlara verilecek en güzel mesajdır.