İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, “millet” anlamında kullanılan “nation” sözcüğünün Batı dillerinde ancak 19. yüzyıl civarında görülmeye başlandığını, sözlüklere de bu civarda girdiğini söyler. Bu normaldir, çünkü milletler de milliyetçilik de modern zamanların birer ürünüdür. Dahası milletler milliyetçiliği değil, milliyetçilikler milletleri yaratmıştır. Modernite öncesi etnik gruplar elbette ki mevcuttur ama bunların kendilerini “millet/ulus” adlı kolektif bir kimliğe ait hissetmeleri ve ulus-devletlerin kurulması da ancak “milliyetçilik” adlı ideolojinin ortaya çıkışıyla ve ancak son iki yüzyıl içerisinde söz konusu olabilmiştir.

Milletler, yani uluslar icat edildiklerine göre, bu kolektif kimliği oluşturan unsurlar da, elbette ki icat edilirler ve bu hemen olup bitmez, tarihsel sürece yayılan bir inşa süreci olarak gerçekleşir. 1923’te kurulan Cumhuriyet de bir ulus-devlet olması hasebiyle Osmanlı’dan farklı olarak bir ulus inşasına girişmiş ve idealindeki kolektif kimliği büyük ölçüde seküler değerler üzerine kurmuştur. “Laik bir cumhuriyet” ideası, laik bir yurttaşlık ideasını da beraberinde getirmiştir diyebiliriz yani.

Rejimler değiştikçe kolektif kimliklerin üzerine kurulacağı değerler de değişir. Türkiyede devam etmekte olan yeni rejim inşası sürecinde de aynısı olmuş ve seküler bir kolektif kimliğin, yani “ulus”un, yerini dinsel bir kolektif kimlik, yani “millet” almaya başlamıştır. Türkçe’de “nation” sözcüğünü karşılamak için aynı anlama gelen iki sözcük, yani “millet” ve öz Türkçesi olarak “ulus” kullanılıyor olsa da, yani bu iki sözcüğün sözlük anlamı aynı olsa da, politik olarak işaret ettikleri şey artık aynı değildir.
Çünkü, rejimi inşa eden güçlerin terminolojisinde “millet”, “ulus”tan farklı bir şeye, esas olarak İslam’la tarif edilen, merkezinde dinin bulunduğu bir kolektif kimliğe işaret etmektedir. Basit bir örnek verelim, bir süre öncesine kadar adı “Ulusa Sesleniş” olan televizyon programının adı artık “Millete Hizmet Yolunda”dır ve bu nedensiz değildir. Rejim, kendisini “ulus”un değil, “millet”in temsilcisi olarak görmektedir ve söz konusu kolektif kimliği belirleyen şeyler de “erkeklik, Sünnilik, dindarlık, iktidar yandaşlığı” gibi unsurlar olup, son birkaç yılda bu unsurlara milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte kıyısından köşesinden “Türklük” de dahil edilmeye başlanmıştır.

Rejim kendi “millet”ini yaratıyorsa elbette onun “değerleri”ni de yaratacaktır, yani “milletin değerleri” diye tarih üstü, siyaset üstü, ideolojiler üstü bir şey yoktur; “milletin değerleri” tarihsel süreç içerisinde, siyasi bir hedefle ve belli bir ideoloji doğrultusunda icat edilirler. Bugün “milletin değerleri” diye kutsanan şeyler, özellikle 12 Eylül Darbesi’nin Türk-İslam sentezi anlayışı doğrultusunda ve milliyetçi-dindar nesiller yetiştirme hedefiyle başlattığı toplumsal mühendislik projesinin bir sonucudur. İktidar da darbecilerin izinden gitmekte ve elbette ki onları da aşacak şekilde bu projenin sınırlarını genişleterek fiili bir şeriat hukukunu tesis etmeye çalışmaktadır.

Bugün “milletin değerleri” diye karşımıza çıkarılan şeylerin hepsi, rejimin kafasındaki ideal toplum-ideal vatandaş anlayışının ve bunları bir arada tutacağı varsayılan dinsel kuralların bir yansımasından ibarettir. Örneğin içki meselesi açıkça böyledir, içki içmenin bir kriminal vaka haline getirilmesi, ahlaksızlıkla, edepsizlikle özdeşleştirilmesi sözünü ettiğimiz kolektif kimlik inşasıyla birlikte okunmalıdır. İçki içenler “biz”den, yani rejimin “millet”inden değildir. Ya da “şort giymek” aynı şekilde “millet”in dışına düşmek için yeterlidir, ki zaten kadınlara burada biçilen rol “annelik”ten öteye gitmemektedir. Şort giydiği gerekçesiyle bir kadına saldıran yobazın, karar duruşmasındaki son sözlerinin “Ayıptır diye söylemeyecektim ama otururken iç çamaşırı görünüyordu. Devletimizin kırmızı çizgisini bilmek istiyorum. Burası Türkiye ve burası bir İslam ülkesi. Zaten gayrimüslim oldukları anlaşılmıştır. Beni tahrik ettiler” olması şaşırtıcı değildir. Sanık tam da “millet” adlı kolektif kimliğe uygun davranmış, tam da rejimin ideal vatandaşının yapması gerekeni yapmış, savunmasını da “burası bir İslam ülkesi” argümanı üzerine kurmuştur. Tüm bunları söyleyebilmektedir, çünkü sahiden de rejimin “milletin değerleri” diye dayatmaya/benimsetmeye çalıştığı şey tam olarak budur.

Ancak mesele elbette ki içkiyle ya da giyim kuşamla sınırlı değildir, “millet”i oluşturan “makbul vatandaş”tan beklenen, liderin hikmetinden sual etmemesi ve biat, uyduruk bir Osmanlı geçmişi üzerinden bomboş bir hamasetle dünyaya bakış, din ve milliyetçilikle bezenmiş ve dost-düşman ikiliği üzerine kurulmuş bir politik duruş, yolsuzluklara, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, çevrenin yağmalanmasına, rantın bölüşülmesine sesini çıkarmayan ama iki sevgili sokakta birbirine sarılsa kıyameti koparmaya hazır ikiyüzlü bir ahlak anlayışı vs.dir.

Demek ki “milletin değerleri” denen şeyler, aslında “millet” denilen kolektif kimliği inşa edenlerin, yani rejimin makbul vatandaşlarını yaratmaya çalışanların bize “değer” diye dayattıkları şeylerdir ve dibine kadar da politiktirler. Demek ki “rejimle mücadele”, rejimin inşa etmek istediği kolektif kimlikle de, o kolektif kimliği oluşturan değerlerle de kavga etmeyi gerekmektedir. Çünkü “değer” denilen şeylerin bizzat kendisi tüm ülkeyi ve tüm toplumu bir çürümeye, çözülmeye sürüklemektedir. Çürümeye karşı durmanın yolu da “millet ne der” demekten değil, bu sözde “değer”lerle kavga etmekten geçmektedir.