Artık gayet iyi bilindiği üzere, Türkiye toplumu bizzat iktidar eliyle tam ortasından ikiye ayrılmış durumda. Bir tarafta “milletten olanlar” ve bir tarafta olmayanlar var. Sünni-Müslüman, Türk, heteroseksüel, erkek ve iktidar partisine oy verenler millet dairesinin içinde yer alıyorlar, kadınlar ve diğer etnik gruplar ise eğer iktidara oy veriyorlarsa, bu dairenin kıyısında, “millet”e iliştirilmiş bir şekilde kendilerine bir yer bulabiliyorlar.

Millete dâhil edil(e)meyenlerin ise kimler olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetçiler, sosyalistler, Aleviler, eşcinseller, muhalif Kürtler, Kadınlar (büyük harfle Kadınlar)… Bu toplam, iktidar nezdinde potansiyel terörist, vatan haini, işbirlikçi, dış güçlerin maşası, üst aklın uzantısı olma niteliği taşıyor, iktidar ve ideolojik aygıtları tarafından mütemadiyen bu ithamlarla karşı karşıya geliyor, bunun üzerinden kriminalize ediliyor, siyasal alanın dışına itilmeye, bastırılmaya, susturulmaya çalışılıyor.

Eğer Türkiye’de yaşanan süreci bir rejim inşası süreci olarak okursak, bu aynı zamanda “rejim yanlıları” ve “rejim karşıtları” şeklindeki bir ikili ayrıma tekabül ediyor: Rejim yanlısı isen millettensin ve millettensen rejim yanlısısın, rejim karşıtı isen milletten sayılmıyorsun ve milletten değilsen rejim karşıtısın. Dahası, bu ayrımdan yola çıkarak başka bir yere daha varıyoruz: Bir yanda milletin ve milli çıkarların temsilcisi olanlar, yani iktidar ve öte yanda ise milli çıkarlara ihanet içerisinde olanlar var. Milli çıkarlar iktidarın çıkarları, iktidarın çıkarları ise milli çıkarlar anlamına geldiğine göre, her türlü iktidar karşıtı, her türlü muhalif pozisyon, milli çıkarlara karşı olmak, dolayısıyla vatana ihanet anlamına geliyor.

Hatırlarsınız, yakın zamanda bu ayrım üzerinden dolaşıma sokulan söylemin yoğun bir şekilde gözlemlenebildiği hadise 16 Nisan referandumu olmuştu. “Hayır” diyenler, hangi ideolojiye, dünya görüşüne, etnik, mezhepsel ya da cinsel kimliğe mensup olduklarına bakılmaksızın “terörist” ve “vatan haini” ilan edildiler. “Hayır” demek Pensilvanya ve Kandil ile iş tutmak, “Haçlı ittifakı”nın bir parçası olmak, üst akla hizmet etmek demekti. Devletin tüm olanaklarını kullandıklarını ve şaibeli bir referandumdan dahi ancak % 51 çıkarabildiklerini göz önüne alarak söyleyecek olursak, toplumun en az yarısı, açıkça terörist ve vatan hainiydi bu söyleme göre.

Güzel, buradan hareketle şu soruya bir yanıt arayabiliriz o halde: “Adalet Yürüyüşü”nün ana teması, yürüyüşe damgasını vuran şey, yürüyüşün motivasyon kaynağı nedir?”

Bu sorunun açık bir yanıtı bulunuyor bana göre: Nasıl ki 16 Nisan referandumundaki temel ayrışma rejim yanlıları ve rejim karşıtları arasında olmuşsa, nasıl ki ilki “Evet” ve ikincisi “Hayır” cephesini oluşturmuşsa, aynı durum “Adalet Yürüyüşü” için de geçerlidir. Yürüyüşteki tablo, referandumdaki tablonun devamıdır ve yürüyüş açıkça “Hayır” cephesinin, milletten sayılmayanların yürüyüşüdür, bu nedenle de yürüyüşe katılanların ortak noktası açıkça “rejim karşıtlığı”dır.

Peki “yürüyüşün sosyolojisi” hakkında neler söylenebilir? Örneğin muhalif kimi İslamcıların ya da Cemaat sempatizanlarının Kılıçdaroğlu’nun yanında poz vermelerine bakarak, bu yürüyüşe İslamcıların ya da Cemaatçilerin damga vurduğunu söylemek mümkün müdür? Anti-kapitalist Müslümanların fikriyatı “yürüyüşün ruhu”nu teşkil ediyor olabilir mi? Hiç sanmam. Yürüyenler ve destekçiler, Cumhuriyet mitinglerinden Gezi’ye ve oradan da referanduma uzanan çizgiyi oluşturan kitlelerdir ve açıkça Cumhuriyetçi, laik, aydınlanmacı hassasiyetlere sahiptirler.

Ya da emperyalist merkezlerin de bu yürüyüşten birtakım beklentileri olması, hatta birtakım girdiler yapmaları “yürüyüşün ruhu”nu belirleyebilir mi? Örneğin bu kitlenin eline ABD, AB bayrağı alması, dış müdahale çağrısı yapması mümkün müdür? Buradan bir “renkli devrim” çıkartmak isteyenler belki vardır ama bu sorunun yanıtı benim açımdan net bir şekilde “hayır”dır; bilakis Türkiye’de bağımsızlıkçı bir çizgi varsa, o çizgi bu ülkede belki yürüyüşü tertipleyenlerce değil ama kesin olarak yürüyüşe katılanlar ve destek verenlerce temsil edilmektedir.

Peki burada asıl hedef “düzen içi” bir çözüm müdür? Şüphesiz ki öyledir, çünkü “rejim karşıtlığı” ile “düzen karşıtlığı” arasında hâlâ kapatılmamış ama kapatılmayı bekleyen bir açı vardır. Yürüyüşü tertipleyenler elbette ki burjuva karakterli bir çözüm istemekte, “adalet” meselesini sınıfsal eşitsizliklerden ve sömürü düzeninden uzak tutmaya özen göstermektedirler.

Ancak anti-emperyalizmle, aydınlanmacılıkla, despotizm karşıtlığıyla, bağımsızlıkçılıkla, sömürü düzenine karşıtlık arasındaki mesafe sanıldığından da yakındır ve o kapatılmamış olan açıyı kapatabilecek olanlar, potansiyel olarak sosyalistlerdir, soldur. Yani yürüyüşün, yürüyüşü tertipleyenlerin niyet ve hedeflerini aşabilmesi, “yürüyüşün sosyolojisi”ne müdahaleyi, bu sosyoloji ile ilişkilenmeyi gerektirmektedir.

Eğer iktidar bir millet inşa ediyor, kendine uygun bir kolektif kimlik yaratıyorsa, bize düşen de bir yurttaşlık kimliği inşa etmek, bir halk-olma pratiğini hayata geçirmektir. Rejim karşıtlığını düzen karşıtlığına evriltebildiğimiz ölçüde ve soyut adalet talebini sınıfsal eşitlik talebiyle ve sömürü düzeniyle mücadeleyle ilişkilendirebildiğimiz ölçüde bu inşa ve pratik geçerli olacaktır. Başarabilir miyiz peki? En azından deneriz, çünkü denemeden bilemeyiz.