İktidar partisi ve lideri, uzunca bir süredir kendi kaderiyle Türkiye’nin kaderinin, kendi ikbaliyle Türkiye’nin ikbalinin ortaklaştığını, kendilerine yönelik her türlü girişimin Türkiye’ye yönelik bir girişim olduğunu dillendiriyor, siyasetini bunun üzerine kuruyordu. Çünkü hem içeride hem dışarıda, hem siyasi hem ekonomik bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu görülüyor, ona göre ön almaya çalışılıyordu, hazırlık burayaydı.

Bunun hemen ardından “anti-emperyalizm” çıkışı geldi, kırk yılın Amerikancıları, NATO’cuları, Altıncı Filo’cuları, siyasi var oluşlarını ABD’nin icazetine borçlu olanlar, yani İslamcılar birden bire “anti-emperyalist” oluverdiler. Yerlilik ve millilik iddiasının, dış güçler ve onların içerideki işbirlikçileri edebiyatının, dost-düşman ikiliği üzerine kurulmuş siyasetin, kendi tabanını tahkim etmenin en kolay yolu buydu çünkü.

Ve sonrasında “Atatürkçülük” çıkışına tanıklık ettik. Zaten uzunca bir süredir “İkinci Kurtuluş Savaşı” verildiği iddiası “İkinci kurucu” iddiasıyla el ele gidiyor, “Reis”le Atatürk’ü özdeşleştirmek için elden gelen yapılıyordu. Bu sefer ise el iyice yükseltildi, mesele bu benzetmeleri aştı, resmen “Atatürkçü” olundu. Bu köşede, 29 Ekim’den itibaren bunun nedenini anlatmaya çalıştık ve yaşanan gelişmelerle de doğrulandık. Mesele basitçe sandık değildi, dış basınç artıp içerideki yönetememe krizi derinleştikçe bir “milli birlik beraberlik” söyleminin yükseltilmesi, “emperyalizmin saldırısı altındaki bir ülke ve lider” algısının toplumda yerleştirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti, bu ise Atatürk demeden olmazdı, dediler ve yaptılar.

İlk kez burada “apolitik Atatürkçülük” tartışmasını başlattığımızda, sanki “bütün Atatürkçüler apolitiktir” demişiz gibi, sanki bütün Atatürkçüleri “sizi kandıracaklar, haberiniz olsun” diye tepeden bir bakışla küçümsüyormuşuz gibi, meseleyi çarpıtanlar oldu. Oysa derdimiz çok ama çok basitti: Bir politik önderliğin ve politik programın yokluğunda, tam da dışarıda basınç artar ve bunun içerideki etkileri her alanda hissedilirken, iktidarın projesine dâhil edemediği bu kesimleri, “anti-emperyalizm” ve “Atatürkçülük” üzerinden pasifize etmesi, rızalarını alamasa bile bir toplumsal muhalefet unsuru ve kendilerine yönelik siyasi bir tehdit olmaktan çıkarması ihtimal dâhilindeydi ve biz de buna karşı uyarımızı yapıyorduk.

Bu uyarılarımızın hiç de boşa olmadığı ise yaşanan gelişmelerle görüldü. Sarraf duruşması yaklaştıkça iktidarın sözcüleri ve propaganda makinesi çok daha yoğun bir şekilde çalışmaya başladı ve Sarraf davası “milli bir dava” ilan edildi. Ortada iktidar partisi ve liderine yönelik bir operasyon değil, Türkiye’ye karşı yapılmış bir operasyon vardı, bu dava partiler ve ideolojiler üstü bir meseleydi, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde, kimse bu dava üzerinden siyaset ve muhalefet yapmamalıydı. Geçen yıl ABD’de tutuklandığında “bizim ülkemizi ilgilendiren bir mesele değil” denilen Sarraf için, bu sene her ne hikmetse Dışişleri Bakanlığı’nın ABD’ye “vatandaşımızın sağlığından endişe ediyoruz” diye nota vermesini sorgulamamak, ses kayıtlarını, dağıtılan rüşvetleri, para aklama mekanizmalarını unutmak gerekiyordu, çünkü Türkiye emperyalizmin saldırısı altındaydı, çünkü İkinci Kurtuluş Savaşı’nı veriyorduk, çünkü bu savaşı veren liderin ve partinin etrafında kenetlenmemiz şarttı…

Tüm bunlar yaşanırken bir de üzerine “NATO krizi” geldi, tam da ABD’nin “S-400’leri alırsanız NATO teknolojilerine erişiminiz kısıtlanır” dediği gün, yakın zamanda yapılan bir NATO tatbikatında Atatürk’ün ve Erdoğan’ın hedef gösterildiğini öğrendik. Bu muhtemelen NATO içindeki Fethullahçı unsurların NATO ile Türkiye arasında ciddi bir kriz yaratmak için giriştikleri ve başarılı oldukları bir operasyondu. Çünkü gerek S-400’ler olsun, gerek Rusya’yla yakınlaşma olsun, bunun NATO içerisinde yarattığı bir rahatsızlık vardı ve Cemaat uzunca bir süredir sürekli olarak “iktidar durdurulmazsa Türkiye Avrasya cephesine dâhil olacak” propagandası yapıyordu. Bir kriz çıkarmayı başardılar ama öte yandan bu, iktidar açısından iç politikada mükemmel bir koza dönüştü; çünkü hem Atatürk-Erdoğan özdeşliğini kurmaya dair çabalara hizmet etti, hem “Atatürkçülük” yapmayı kolaylaştırdı, hem “anti-emperyalizm” algısı güçlendirildi.

Şimdi buna bir de Afrin ya da Kandil’e yönelik bir operasyonun eklenmesi, “milli birlik beraberlik” dalgasının daha da yükseltilmesi ve toplumun bir kez daha milliyetçilik üzerinden hizaya getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır, iç ve dış tıkanıklığın, meşruiyet ve yönetememe krizinin “normal” yöntemlerle aşılamadığı durumlarda, olağanüstü yöntemleri devreye sokmak siyasetin temel kurallarından biridir çünkü ve konjonktür de bunun için uygundur.

Velhasıl Türkiye 2018’e ciddi bir kaotik ortamda girmekte, bir tür “nihai hesaplaşma”nın yaklaştığına dair işaretler çoğalmaktadır. Önümüzdeki süreçte, bir yandan anti-emperyalizm adına iktidara yedeklenmeyen, öte yandan ise emperyalizmden medet ummayan, emperyalizmle işbirliği yapmayan bir siyasi tutuma ihtiyacımız var ama bu yeterli mi, değil. Yaşanabilecek şok ve krizler karşısında insanlara alternatifler sunabilen, toplumsal tepkiyi örgütleyebilecek, kuruculuk iddiasından beslenen, umut haline gelebilen bir siyasi hattı somutlaştırmamız, ete kemiğe büründürmemiz gerekiyor, aksi halde filler tepişirken bir kez daha ezilen çimenler olacak.