Gençlik yıllarımda bu ifadeyi oluşturan sözcüklerin ikisi de pek sevimli gelmezdi. Zira “milli” olan sınıfsal çelişkileri örtüyor; bu çelişkilerin iki ucunu uzlaştırarak sınıf mücadelesini adeta olanaksız hale getiriyordu. “Burjuvazi” ise neredeyse tüm kötülüklerin kaynağı olan sınıftı. O zamanki dergilerde yer aldığı gibi “gün geçmiyordu ki burjuvazi, işçi ve emekçilerin aleyhine bir saldırı gerçekleştirmesin” idi. Bu yüzden muhalif politik gelenekler, hem “milli” hem de “burjuvazi” sözcüklerinin ikisine de eleştirel bakıyorlardı.

Fakat bu iki sözcüğün birleşmesinden oluşan “milli burjuvazi” neredeyse tam tersi bir algının konusuydu. Bu algıda milli burjuvazi, emperyalizmin desteklediği ve hatta ittifak kurduğu komprador-tekelci burjuvaziden farklıydı ve hatta emperyalizme karşı yürütülen mücadelede devrimin müttefiklerinden biriydi. Özellikle Çin Komünist Partisi’nin deneyimlerine gönderme yapan sosyalist literatür böyle söylüyordu. Ayrıca sosyalist geleneklerin “baş çelişki” ve “baş düşman” belirlemeyi esas alan siyaseti de milli burjuvazi için bir tür kurtarıcı işlev görüyordu. Zira daha beterleri dururken, kimse milli burjuvaziyi “baş düşman” kategorisine koymak istemiyordu. Bu yüzden sosyalist geleneklerin çok büyük kısmı, zaman zaman şikâyet etseler de milli burjuvazi hakkında fazla da kötü konuşmamayı tercih ederdi.

Diğer yandan milli burjuvazinin sınırlarını tespit etmek o kadar da kolay değildi. Hangi sermaye kesimlerine milli denileceği uzun tartışmalara sebebiyet veriyordu. Fakat her nasılsa “asker sınıfını” milli burjuvazi içine dahil etmek noktasında bir mutabakat vardı. Hatta Cumhuriyeti kuran asker kadroya “milli burjuvazi” demek adeta alışkanlık haline gelmişti. Bu durum, Kemalist rejimi ve onu kuran asker-sivil kesimi “anti emperyalist cephe” içinde mütala etmeyi gerektiriyordu ve bu da rejimin en kabul edilemez pratiklerini bile “normal” karşılanabilir hale getiriyor; en azından köklü bir sorgulamanın dışında tutuyordu. O kadar ki rejimin TKP kurucu ve önderlerine karşı gerçekleştirdiği katliamlar ve diğer tasfiyeci pratikler dahi kapsamlı bir tartışma konusu yapılmamıştı.

Sonraki yıllarda özellikle Kürt coğrafyasında ağır toplumsal maliyetleri ortaya çıkan rejimin siyasal ve askeri pratikleri genellikle görmezden gelinmiş, hatta sosyalist hareketlerin bir kısmı tarafından “milli burjuvazinin feodalizme karşı devrimci eylemi” olarak formüle edilmişti. Böyle olunca her yerde gerçekleştirilen kitlesel katliamlar eleştirel sosyalist yazının konusu olamamıştı. Zira feodalizm, sosyalist hareketin de baş düşmanı idi ve milli burjuvazi onunla mücadele ediyordu. Bunun etkisiyledir ki Kürt sorununun sosyalist hareketlerin gündemine girmesi bile ancak 1960’lı yılların ikinci yarısında mümkün olmaya başlamıştı.

Memleketin siyasi literatürüne çok daha önceden giren Emval-i Metruke olgusu ile milli burjuvazi arasında bir ilişki kurmak ise o politik iklim içerisinde herhalde beklenemezdi. Bunun sonucudur ki yerlerinden edilen ve/veya kırılan yüzbinlerce insanın mülklerinin kimleri zengin ettiği sosyalist hareketin gündemine girememişti. Hatta 6-7 Eylül olayları ile palazlanan yeni türedi zenginlerin öyküsü bile sosyalist literatürde hak ettiği eleştirel yeri alamamıştı. Oysa resmi kayıtlarda bile gerek Emval-i Metruke ile ilgili gerekse sonraki süreçlerde gidenlerin mülklerinin büyük bir kısmı her nasılsa devlete değil de şahıslara geçmiş; milli burjuvazinin mülklerine dönüşmüş ya da bu yolla bir milli burjuvazi inşa edilmişti.

Bugün artık daha açık ve somut örneklerde görüleceği gibi Türkiye’de milli burjuvazi ifadesi büyük ölçüde devlet politikalarının sonucu olarak, mülkiyetin el değiştirmesiyle inşa edilen bir temelsiz sınıfa işaret ediyordu. Şimdilerde başına bir de “yerli” sözcüğü eklenmiş olan “milli” burjuvazi gerçekte büyük “toplumsal günahları” olan bir sınıftı ve sosyalist hareket için hiçbir zaman ciddi bir müttefik olmadı, olamazdı da. Fakat sosyalist geleneklerin büyük bir kısmı bu durumu ne yazık ki yıllarca idrak edemediler. Hatta bugün bile aynı algının izleri devam ediyor.