Öğretim programlarının tümüyle değiştirilmesi yine gündemde; kesin olmamakla birlikte edindiğim bilgiye göre program değişikliği 5 Ocak’ta resmen açıklanacak. Bu kadarından Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın da haberdar olduğunu sanmıyorum. Biri bu yazıyı önüne koymazsa o da herkes gibi o gün öğrenecek! Çünkü programlar Külliye’de ve Cumhurbaşkanı’nın himayesinde hazırlanıyor.

Haberini verdiğim program değişikliği, öncekilerden farklı; hem içerik hem de biçim bakımından modern müfredat hazırlama tekniğinin dışında bir yola girilmesi anlamına geliyor. En belirgin fark, müfredatların din adamlarından oluşan bir kurul tarafından dine uygunluk bakımından denetime tabi tutulması. Belki ilk aşamada cihat dersi olmayacak ama ders konularında bilim, İslam ülkelerinde üretildiği oranda yer alacak.

Program değişikliği kapalı kapılar ardında gerçekleştiği için ayrıntılar hakkında bilgi edinmek oldukça zor; sızıntı bilgilere göre lise 9 ve 10. sınıflarda haftada 2 saat okutulan tarih ve coğrafya dersleri milli tarih, milli coğrafya olarak değiştirilecek. Ortaokul 5, 6 ve 7 sınıflarda haftada 3 saat okutulan sosyal bilgiler dersinin yerine de büyük olasılıkla milli tarih dersi geliyor. Değişiklik derslerin adının değiştirilmesinden ibaret değil elbet; derslerin içeriği, 12 Eylülcülerin uyguladığı gibi dersin adına uygun olacak. Bu kez tema 15 Temmuz... 15 Temmuz her derste, matematikte bile yer alacak.

12 Eylül yönetimi, ortaokullarda okutulan sosyal bilgiler dersini 1985 yılında kaldırmış yerine milli tarih getirmişti. Liselerde de okutulan milli tarih ve milli coğrafya derslerinde ırkımızın üstün özelliklerine yer verilirken diğer uygarlıklar ya görmezden geliniyor ya da düşman sayılıyordu. Örneğin milli coğrafya dersinde Suriye’nin anlatıldığı iki sayfanın üçte ikisi Suriye’de yaşayan Türklere ayrılmıştı. (Suriye’ye girip çıkılamaması, o gün verilen eksik/yanlış bilginin sonucu olsa gerek!) Türkiye bu akıl dışı uygulamaya ancak 1988’yılında son verebilmişti.

Evet, eğitimde bugünkünden (hatta 4+4+4’ü unutturacak) oldukça farklı yeni bir sürece giriyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri Töreninde yaptığı konuşmada, eğitim, kültür ve sanat alanında istedikleri seviyeye ulaşamadıklarını itiraf edip “Önümüzdeki dönem, bu iki alanı, önceliklerimizin en başına çıkarmak mecburiyetinde olduğumuza inanıyorum.” demesi yeni dönemin habercisiydi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bir açılış töreninde “Daha fazla imam hatip ortaokulu, daha fazla imam hatip lisesi açacağız” müjdesi ile Kültür Bakanı Nabi Avcı’nın “İmam Hatip okulları özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk hareketidir” açıklaması da bize hazırlıklı olun mesajı içeriyor.

Baş edemediği ülke sorunlarını “yedi düvel”in saldırısına bağlayan AKP’nin toplumu korumacı, dışa kapalı, İslamcı, milliyetçi, militarist bir çizgide toplamaya çalışması anlaşılmaz değil; Anayasasını hızlandırılmış yöntemlerle birkaç günde çıkarmaya çalışan iktidarın öğretim programlarını kata külleye getirmesini de yadırgayamayız. Fakat yediden yetmişe geleceği çalınan toplumun buna bir tepki vermeme hali o kadar anlaşılabilir bir durum olmaz… Bakalım, Türk halkı nüfusunun yüzde 65’i Türkiye hakkında olumsuz düşünen Suudi modelini benimseyecek mi?

Öğretim programlarının maliyeti
AKP döneminde hazırlanan öğretim programlarında bilgi kullanılmıyor; programlar araştırma, inceleme, deneme sürecinden geçmiyor; bundan dolayı emek/para maliyeti yok. Fakat programlara uygun olmak zorunda olan basılı veya dijital ortamda hazırlanan eğitim materyallerin her yıl değişmesi, ders ve derse yardımcı materyal kullanmak zorunda olan öğrenciler ile bunları hazırlayan yayıncılara ciddi maliyet getiriyor.

Her program değişikliği, programlara koşut devam eden projelerin, uzun vadeli hazırlıkların iptali anlamına geliyor. Bu konuda en batakçı yatırım, eğitim materyali üretim alanı. Bir şehir adının çıkarıldığı kitabı yenilemek için iki buçuk milyon lira harcandığını göz önüne alırsak, her program değişikliği ile kullanım dışı kalan eğitim materyalinin toplam maliyeti hakkında fikir sahibi olabiliriz.

Türkiye’de yüz elli civarında eğitim yayıncısı var (dağıtıcıları, kırtasiyecileri saymıyorum). Yayıncıların her biri geçen yıl değiştirilen programlar için milyarlarca yardımcı kitap hazırlayıp basımını gerçekleştirdi. Her birinin bir depo dolusu kitabı bir yıl geçmeden ve henüz satışa sunulmadan atık kâğıt oldu. Aralarında 20 milyon liralık kitabı çöp olanlar var. 20 milyon öğrencisi olan bir ülkede yılların yayıncısı iflas ediyorsa gerisini siz düşünün.
Yayıncıların zararını ticari risk sayıp geçebiliriz; ancak, eğitim sisteminin önemli bileşenlerinden biri olan ve bakanlık adına içerik üreten eğitim yayıncılarının yanlış politikalar sonucu herhangi bir ders veya okul türüne odaklanıp uzmanlaşma yerine günü birlik tezgâh ürünü materyal üretmeye zorlanması kabul edilebilir bir kayıp değildir.

Öğrenciye yansıtılması gereken yeni bilgilerle güncellenebilen uzun vadeli program yapamama sadece yayıncılara zarar vermiyor; okulun, öğretmenin ve öğrencinin sistemle uyumsulaşmasına da yol açıyor. Eğitimin hiçbir bileşeni uzun vadeli, kalıcı, sonuç alıcı planlama yapamıyor. Yazık değil mi bu ülkeye, dur demek gerekmez mi bu gidişe…