İstifası istenen belediye başkanlarından biri geçtiğimiz günlerde çıktı ve aynen şöyle dedi: “Bir de irade-i külliye var, bütün kâinatı kontrol altında tutan. En son irade-i külliye ne derse o olur.” Başkan “Allah’ın dediği olur” mu demek istedi, yoksa “Külliye’nin iradesi”nden söz edip Saray’a mı bir gönderme yaptı bilinmez ama o yapmadıysa bile bizim yapmamızda bir sakınca bulunmuyor: “Milli irade” ile “külli irade” karşı karşıya geldiğinde “külli irade” kazandı, daha doğrusu “külli irade”ye dönüşmüş “milli irade” kazandı.

Ne demek istiyoruz, hemen anlatmaya çalışalım.

İktidar partisi başından beri bütün bir söylemini “milli irade” kavramı üzerine kurmuş durumda, bütün icraatlar bunun üzerinden meşrulaştırılıyor, sandıkta çoğunluğu ele geçirmiş olmak anayasasız, hukuksuz, denetimsiz bir şekilde ülkeyi yönetmenin gerekçesi olarak görülüyor, “demokrasi” denilen şey bütünüyle sandığa endekslenerek, diğer bütün siyasal eylem biçimleri “terörizm”in hanesine yazılıyor vs.

Peki milli irade, ne zaman tecelli etmiş oluyor? Evet, sadece sandıktan iktidar partisinin istediği sonuç çıktığında elbette! Bunun dışındaki herhangi bir sonuçta, iktidar partisinin kafasındaki modele, yani parti-devleti modeline aykırı bir sonuçta seçimler fiilen geçersiz sayılabiliyor ve 1 Kasım seçimleri örneğinde olduğu gibi tekrar seçime gidilebiliyor. Ya da Ankara belediyesi seçimlerinde olduğu gibi sandığa müdahale edilebiliyor ya da 16 Nisan referandumunda olduğu gibi mühürsüz zarflar, pusulalar devreye girebiliyor. Dolayısıyla denklem belli, ülkede “milli” olan sadece iktidar ve sadece onun çıkarına olan gelişmeler ve sonuçlar “milli irade”nin tecellisi anlamına geliyor.

“Milli irade”nin faili olan “millet” ne peki? Örneğin Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde olduğu gibi seküler bir kolektif kimliğe mi işaret ediyor bu kavram? Elbette ki hayır, “millet”ten olabilmeniz için “milli” olan iktidar partisine oy vermeniz, Müslüman ve Sünni olmanız gerekiyor, bunun dışındakiler anayasal düzlemde değilse de fiili olarak “millet”in dışında addediliyorlar, hainlik, teröristlik, bölücülük, “millet”ten sayılmayanlar için anında devreye giriyor, dost-düşman siyaseti işlemeye başlıyor.

Bir soru daha: Milli irade kimde ya da nerede somutlaşıyor? Bu da artık açık bir şekilde biliniyor, “parti” ya da “devlet”te değil, partileşmiş devlette ve devletleşmiş partide de değil, hepsinin üzerindeki tek kişide, “lider”de, “reis”te. İktidarın temel yönetim zihniyetini bu oluşturuyor: Lider, aradaki bütün mekanizmaları ortadan kaldırarak “millet”iyle doğrudan ilişki kuruyor, onunla tek vücut oluyor, sözleri, davranışları ve icraatlarıyla bütün bir milletin iradesini şahsında cisimleştiriyor, millet adına o düşünüyor, o konuşuyor, o yapıyor. Onun yaptıkları sorgulanamıyor, hikmetinden sual edilemiyor, ne yapıyorsa en doğruyu, en iyiyi, en güzeli yapmış oluyor. Üstelik “millet” seküler değil dini bir kolektif kimliğe işaret ettiğinden, egemenliğin kaynağı olarak gökyüzü, yani tanrı göründüğünden ve tüm söylem ve eylemlerin gerisinde adı konulmamış bir üst ilke, yani din bulunduğundan, lider de yaptığı bütün işleri tanrı adına yapmış oluyor ve dahası sadece tanrıya hesap vereceğine hem kendisi inanıyor hem de toplumu inandırmaya çalışıyor.

Dolayısıyla karşımızda, milli iradenin ne olduğunu da, kimde temsil edildiğini de, nasıl tecelli ettiğini de belirleme hakkının sadece kendi tekelinde olduğuna inanan bir zihniyet var ve gerek milli egemenliği ve milli iradeyi dinsel olandan türetmesi, gerekse de milli iradeyi kendi bedeninde sorgulanamaz bir şekilde temsil etme iddiasına sahip olduğu için şunu söyleyebiliyoruz: Artık milli irade eşittir külli iradedir; yani uhrevi, dinsel, imana dayalı, tek kişide somutlaşmış, sorgulanamayan bir irade vardır karşımızda.

İşte “belediye başkanlarının istifası” mevzuna tam da bunun üzerinden bakılmalıdır, “seçimle gelen seçimle gider” naifliğiyle değil. Bugün Türkiye’de bakanları, vekilleri, belediye başkanlarını, bürokratları tek bir kişi belirlemekte ve atamakta, bunu da milli irade adına ve külli bir iradeyle, adeta tanrısal bir güçle ve tanrıya referansla, gücünü ve meşruluğunu oradan aldığını iddia ederek yapmaktadır ve bu da bize rejimin dinsel karakteriyle otoriter karakterinin nasıl iç içe geçtiğini bir kez daha göstermektedir.

Tartışılması ve ifşa edilmesi gereken, Türkiye’de despotizmin dinsel karakteri, dinin despotizm adına nasıl kullanıldığıdır, bu ise beraberinde Türkiye’nin nasıl “modern bir devlet” olmaktan hızla uzaklaştığını, kurumsallığını ve kuralla yönetme ilkesini nasıl hızla terk ettiğini göstermek anlamına gelecektir. İktidar şahsileştikçe kurumlar ve kurallar silikleşmekte, siyaset de tek adamın belirleyiciliğinde ve kişisel bir şekilde icra edilmektedir. Hal böyle olunca, “söz konusu belediye başkanları neden istifa ettirilmek istenmektedir, eğer suçluysalar yargılanacaklar mıdır, yargılanıp yargılanmayacaklarına karar verecek merci Saray mıdır” soruları yüksek sesle sorulamamaktadır. Bu ise siyasetin modern öncesi yöntemlerle işlemesi, Saray siyasetine dönüşmesi, feodal beyler arası bir arpalık kavgası halini alması anlamına gelmektedir.

Tam da bu nedenle, tekraren söyleyelim, mesele “seçimle gelenin seçimle gitmesi” değildir, esas mesele, “seçim” denilen şeyin kendisinin ne kadar seçime benzediğinden başlayarak, iktidarın milli irade anlayışının da, millet anlayışının da, milli iradenin tek kişide somutlaşmasının da, iktidarın şahsileşmesi ve kurumsallığın yitiminin de, siyasetin saray siyasetine dönüşmesinin de, rant kavgasına indirgenmesinin de sorgulanması ve ifşasıdır. Dincilik, sömürü ve despotizmden bir arada söz etmeyen, bu üçünü aynı anda karşısına almayan bir siyasetin karşılığı da, başarılı olma şansı da yoktur.