Bizim mahallede 18 yaşına gelince kerhaneye gidilir, “milli” olunurdu.

Bizim mahallede 18 yaşına gelince kerhaneye gidilir, “milli” olunurdu.

“Abi”lerin anlattığı kerhane öyküleri midemizi bulandırır ama bunu gizlemek için birbirimizle sırıtarak şakalaşırdık. Madem ki erkektik, kurtuluşu yoktu, mutlaka milli olacaktık.

Türkiye’deki erkeklerin büyük bölümü izbe kerhane odalarında, anneleri yaşında yorgun kadınların bazen şefkatli, bazen alaycı kollarında “milli”oldu.

Aşkla, sevgiyle, saygıyla gerçekleşmesi gereken bu ilk deneyim, milyonlarca erkeğin kolektif bilinçaltında, utanç verici bir anı olarak yer aldı.

Bir ara bir bara takılıyordum. Yaşlı bir İngiliz, benimle aynı saatlerde bara geliyor ve birkaç metre ötemde bara tünüyordu.

Barmen çocuklardan biri Kürt, biri Türk’tü. Aslına bakarsanız ikisinin de bu etnik durumu salladığı yoktu. Tüm amaçları çevrelerinde dolaşan kikirdek kızlarla cool görünmekti.

İngiliz hep bira içiyordu ve biranın yanında çerez yemeye bayılıyordu. Zamanla şunu fark ettim; İngiliz, barmenlere bir takım laflar sokuyor, bu lafları duyunca  barmenler birbirlerine giriyorlardı. Barmenler tartışmaya daldığında, kurnaz İngiliz, elindeki boş çerez tabağını sessizce barın arkasındaki çerez kavanozuna daldırıyor ve bu yaptığından müthiş keyif alıyordu.

“Sen Osmanlı’nın torunsun” diyordu, Türk olduğunu zerre umursamayan Türk barmene. “İngilizlerler bir hiçtir. Esas önemli olan Türklerdir.”

Sonra öteki barmeni yakalıyor ve “Yaşasın Kürt devrimcileri” diyordu. “Bu barbar Türklere gösterin günlerini. Helal olsun size”

Gözümün önünde İngiliz emperyalizminin 200 yıllık stratejisinin fablı oynanıyor; çerez tabakları usul usul dolarken, barmenler; kız peşinde koşan azgın delikanlılar olduklarını unutup; ne yaman Türkler ve Kürtler olduklarını anımsıyorlardı.

Osmanlı’da toplumlar, tıpkı erkekler gibi milli oldu. Gözü topraktaki çerezde olan emperyalizm önce Yunanlıları ateşledi, sonra diğerlerini. Herkes birbirini boğazladı. “Milli olanlar”, bu uğurda öylesine büyük günahlar işlediler, öylesine kötülükler yaptılar ki, o anıları silmek istediler kafalarından. Görkemli marşlar ve büyülü destanlar; bu unutuşu sağladıkları için baştacı edildiler.

Milletler birer birer uyandı. Tüm milletler uyanınca, bir milletin daha uyanması gerekti; Türklerin bir çoğu 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı ümmeti değil, Türk milleti olduklarını öğrendiler ve “ne mutlu lan bize” dediler.

Türkler de her yeni uyanan gibi kendini en uyanık sanma yanılgısını yaşadılar. Bazen çok iyi bilinen “Kürt realitesi”, 60 yıl boyunca utanmazca yok sayıldı.

Fanon'dan feyz alan, Zizek, Avatar’da Avi’lerin stilize gösterilmesini eleştirmişti. “İsyancılar, her zaman erdem, bilgelik ve güzellik içermeyebilir. Çok güçlü ordularla savaşırken “doğruculuk” isyancıları felç edip düşmana hizmet eden bir araç haline gelebilir.”

Jean Rostand’ın “Bir kişiyi öldürene katil, binlercesini öldürene lider, herkesi öldüre tanrı denir” diye bir sözü vardır. Kalabalığın ortasına bomba atarak, halk otobüslerine molotof kokteyli fırlatarak, üyelerini canlı bomba haline getirerek; elbette ki bir “millet’ olunur.

Oysa "milli olmak" matah bir şey değil, kirli bir şey. Bunu en iyi, olanlar bilir. Milli olmanın kökeninde şehvet ve ihtiras kadar, korku ve hainlik de var.

BirGün'de yıllardır, "sözde değil, özde” sosyalizm, “adda değil icraatta” adalet ve “ülkede değil bölgede” barış için bağırıp çağırıyorum, çağırıyoruz.

Zihniyeti "milli olmak" üzerinden kurarsak, ne kadar konuşsak boş. Çünkü tüm mesele bu zihniyetin kendisinde.

“Acaba ne zaman milli olacağım?” diye kaygıyla bekleyen bir ergenken, Nizamettin Eniştem bana beklenmedik bir öğüt vermişti: “İlyas, sakın ola ki yaşın gelince o pislik yuvalarına gitme. Oralardan hayır gelmez... Bir gün sevdiğin bir kızla birlikte olacaksın. O zamana dek sabret.”

Eniştemin sözünü dinledim ve kerhaneye hiç gitmedim. Kerhane jargonuyla; “milli” olamadım.

Ama bir gün sevgili oldum. Bedenimin bir kızın bedenine karıştığı o ilk günü, bu nedenle utançla değil, sevgiyle ve mutlulukla hatırlıyorum.

En büyük sonucu Osmanlı'nın parçalanması olan Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, kendimizi ister istemez bir Misak-ı Milli sınırı içinde kapattık. Neredeyse yüz yıl sonra bugün, tüm politik şartlar değiştiği halde hala aynı sınırlar içinde düşünüyoruz. Oysa artık ne Suriye eski Suriye, ne Ermenistan eski Ermenistan, ne dünya eski dünya.

Başarılı federasyon modellerini bile hala “kendi kafamız”la, eksik ve yanlış analiz ediyoruz. Eğer bir Avrupa Birliği olmasaydı, Blair, IRA ile görüşebilir, İspanya Basklılar ve Katalonlarla barış içinde yaşayabilir miydi? Zaten herkes “birlik” içindeyse, diğer her şey ayrıntı değil mi?

Hepimiz kabul edelim: Artık Orta Dünya Birliği'nin zamanı geldi. Zaten Turkcell, Kent veya Ülker epeydir, bu birliğin içinde cirit atıyor. Öyle bir birlik ki, Araplar, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Yunanlılar, İsrailliler ülkeleriyle, onurlarıyla; saygıyla ve sevgiyle yaşıyorlar. Kimse daha sonra unutmak isteyeceği şeyler yapmıyor. Kimse kavga etmediği için çerezleri sadece birliğin insanları yiyor. Milliyet folklorik bir renge dönüşüyor. Artık kimse “milli” olmuyor, herkes “sevgili” oluyor.

Kafayı “milli olmak”la bozacağımıza, “sevgili olmak”la bozmanın zamanı gelmedi mi?

Canım Kürt kardeşlerim, en çok size soruyorum bunu.

Misak-ı Milli bitti artık. Misak-ı Sevgi’ye ne dersiniz?