Hep söylüyorum futbolsever gazeteyi okumaya arkasından başlar ve tek yılları sevmez. Çift yıl dediğinde ya Avrupa Kupası ya Dünya Kupası vardır. Oysa tek yıllarda hazırlık ya da grup maçlarıyla oyalanırsınız. Acayip kanallarda acayip maçları izlersiniz. Olmadı takımınızın efsane maçlarından bölümler açarsınız. Yazın sıcak ve boş günlerinde şişirme transfer haberlerini okursunuz. Ama en azından sınırlı yabancı döneminde “inen uçakların” bir sınırı vardı. Şimdilerde futbol dışındaki köşe yazarları bile Süper Lig’te hiçbir takımın topluca İstiklal Marşı okuyamamasından dert yanıyor. Bu hangi açıdan dertlenecek bir mesele emin değilim.

İstiklal Marşı’nın maçlardan önce neden okunduğuna dair kesin bir bilgi yok. 10 – 15 yıldır yapılan bir uygulama. 90’ların sonunda terör olaylarının artmasıyla durumun hassasiyetine dikkat çekmek için başlanan bir uygulamayken sonrasında ritüel haline gelmiş olması muhtemel. Şahsen şimdilerde bu uygulamayı gereksiz bulanlardanım. Okunmasını istemediğimden değil bilakis marşa saygısızlık olduğunu düşündüğümden. Ortada milli bir durum yok, bilakis mesleğini icra etmeye çıkmış profesyonel meslek sahipleri var. Her nasıl ki hepimiz her sabah işe gittiğimizde coşkuyla İstiklal Marşı okumuyorsak onlarda da bu coşkuyu beklemek anlamsız geliyor. Fakat bunun ötesinde hazır olda söylenmesi hereken marşın birbirine sarılarak okunması – ve hatta okunamaması – ; taraftarların kendince yaptıkları hareketlerle şov yapmasını doğru bulmuyorum. Hele şimdiki durumda 11 kişilik kadronun çocuğunun yabancı olduğunu düşünürsek durum 2 Türk’e vokal yapmaya çalışan yabancılardan ibaret oluyor durum.

Yabancı uygulamasının kalkması İstiklal Marşı’nı olumsuz etkiliyor tamam ama ligi çok mu olumlu etkiliyor henüz emin olamadım. Yasağın kalkmasının rekabeti ve dolayısıyla kaliteyi artıracağını düşünenlerdenken şimdi bedava veriliyor gibi alınan yabancılar, ödenen astronomik bonservisler korkutur oldu. Rakamlar da kulüp gelirini “kredi kartını yeni almış ergen” gibi kullandığımızı gösteriyor zaten. Gelen paranın tamamına yakını transfer ve bonservis için harcanıyor. Bu durumda sürekli inip – kalkan uçaklar durumu tam tersine çevirip “köpek adamı ısırırsa haberdir” yörüngesinde yerli transferlere şaşırmamıza sebep oluyor neredeyse.

Aslında içinde yabancı (!) barındırmayan milli takımımıza da baktığımızda durum pek iç açıcı değil. Yerli futbolcularımız, yurt dışında oynayan yerliler ve yabancı hoca ile birleşince ortaya yersiz bir tablo çıkıyor. İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını – umarım – okuyabilecek kadro 10 dakika iyi top oynayamıyor. Ve bence milli maçlar artık genç yetenekleri görmek, geleceğe dair biraz olsun umutlanmak için izleniyor. Bu durumda hem milli duyguları tatmin etmek hem keyif almak hem de rekabeti hissetmek için imdadımıza Basketbol Milli Takımı yetişiyor. Koşuyor, atıyor, taraftar coşuyor, sürekli ayakta, süreki heyecan dorukta.

Basketbolun “futbollaşması” en büyük korkum hep söylüyorum. Ama basketbola olan ilginin artması, hınca hınç dolu salonlara oynaması büüyk gelişme. Bu seneki milli takım Basketbol Milli Takımı gibi duruyor. Hem hepsi İstiklal Marşı’nı da biliyor.