En sert kış başlamıştı.

Cumhuriyet gazetesine başlatılan operasyonda gazetenin yaş almış yazarları, bir ömür adadıkları yazılarının başından alınmaktan çok, kollarına girmiş polislerle götürülürlerken "burası şimdi neresi" der gibi bakan yorgun, incinmiş bakışları takılmıştı görüntülere...

47 yıllık gazeteci yazar Aydın Engin yarı yaşındaki polisin kollarından kurtulup birkaç saniye duvar üstünde nefeslenince, otoriter devlet zor gücünün birincil hedefinin düşünen, sorgulayan ve eleştiren zihinler olduğu gerçeğini bir kez daha görmüştük.

Pazartesi sabahı Türkiye'ye yerleşen olağanüstü rejimle mutlaklaşan otoriterleşme sürecinde kritik bir eşik aşılmıştı.

Kamuda devasa ölçekli muhalif tasfiyesi, idam tartışmaları, kapatılan-sansürlenen 115 basın kuruluşu, hapishaneler dolusu yazar ve gazeteci, lümpen sivil unsurların örgütlenmesi, adi suçluların saldırgan dilinden düşmeyen ‘milli-mukaddesatçı’ ifadeler ve "ya kaos ya istikrar" tehditkâr seçim slogan tamlaması, "Türkiye başkanlığa geçmezse bölünecek" kehaneti eşliğinde bütün kapıların çalınacağı sabahlara vardığımızı anlamıştık.

Yıllardır FETÖ'nün devleti içerden boşaltmış, parazit yapılanmasını ortaya çıkarmak üzere uğraşan, kumpas davalarındaki sahte iddianameleri çürütmek üzerine külliyat oluşturmuş Cumhuriyet yazarları ‘FETÖ’cülük suçlamasıyla’ gözaltına alınıyordu ki...

Bu artık uyandığı her sabah hukukun güvencesi altında olmadığını idrak etmiş herkesin; söylediği, düşündüğü, yazdığı, çizdiği evrensel hukuka göre ‘temel insan hakkı’ olarak kabul edilse de Türkiye'de nereden başlayıp kime göre belirlendiği müphem heyula ‘milli bekayı’ rahatsız ederse kapısının çalınacağı anlamındaydı.

7 Haziran'dan 1 Kasım'a kadar PKK'nın da katkısıyla amansız şiddet kreşendosu gibi yükselen o melun, kanlı yaz, bombaların yüzlerce insanımıza kast ettiği ve mahşeri havai fişek gibi metropolleri aydınlattığı ‘kaos takvimi’ 15 Temmuz'da Fethullahçı yapının devlette ‘yaratık’ gibi yerleştiğini öğrenmemizle başka bir evreye taşınmıştı..

İlan edilen OHAL, toplumsal dokuya hoyrat, toptancı balyoz gibi inen KHK'lerle ‘FETÖ'yü kazımak’ meşruiyeti altında el çabukluğuyla, dalgalar halinde FETÖ dışında kalan muhalifler kamudan uzaklaştırılırken, fiili ‘tek adam rejimi’ kitlelerin gözünde gün be gün olağanlaşmıştı.

Dolayısıyla 29 Ekim'in başkent Ankara'da ‘barikatlarla’ sınırlanmış kutlamaları aslında ‘Cumhuriyet ideası’ ve kurumları çoktan tahrip edilmiş, hukuk sistemi uzun yıllardır güncel hedefe yönelik ‘operasyonel aygıta’ dönüşmüş, anayasa metni mevcut ‘fiili durumla’ uyumsuz olduğundan sümen altı edilmiş Türkiye'nin Cumhuriyet mazisine dair nostaljik/sembolik bir anmadan başka bir şey değildi.

Açıkçası yeni rejimin gençlik kolları 29 Ekim'de gördüğümüz “gelecek yıl başkanlık için yürürüz” slogan ve pankartlarıyla daha gerçeğe yakındı.

Cumhuriyet'in laiklik ve hukuk devleti ilkeleri hâlâ ‘varmış’ ve ‘yürürlükteymiş’ gibi konuşan ve yaşayanların biraz ötesinde; İslamcı Milli Eğitim seferberliği, yargı, akademya, medya gibi özerk kurumları tek bir iradeye tahsis etmiş ve ‘asıl milletin kim olduğu’ ve ‘düşmanların kim olduğu’ tarihin derin kodlarıyla açıktan tanımlamış Yeni Rejim kat üzerine kat çıkıyordu.

Yasallığını, MHP işgüzarlığı milli sağ siyaset blokundan alan ‘tam başkanlık modelinden’ alacak olan Yeni Rejim; marşlı, antlı, ‘demokrasi tarihsel anlatısı’ kurduğu 15 Temmuz sonrasında lağvedilen Eski Rejimin yerini aldığını hiç de saklamıyordu.

Peki ya bizler sanki kurumsallaşmış hukuk ve laiklik teminatı altında ‘hayali anayasal bir düzende’ hâlâ yaşıyormuş gibi yapıp, kendimizi sessizce hangi kör sabahın karanlığına dek kandırabilirdik ki.