Aziz Nesin kitaplarıyla büyüyen, ne kadar büyüse de tebessüme her ihtiyacı olduğunda kitaplığından bir Nesin kitabı çekip alan arkadaşım...

Aziz Nesin kitaplarıyla büyüyen, ne kadar büyüse de tebessüme her ihtiyacı olduğunda kitaplığından bir Nesin kitabı çekip alan arkadaşım,

Bilen bilir, yaz kış doğada olmayı, kamplara gitmeyi, yaylalara çıkmayı çok severim. Tatillerimi mümkün mertebe dört duvar arasında değil, ağaçlar arasında, yollarda uzun uzun kalarak geçiririm. Cumartesi Şile’ye, daha önce hiç gitmediğimiz bir kamp alanına hem keşif yapmaya, hem de yağmur altında keyif sürmek için gidecektim. Lakin geçtiğimiz çarşambadan itibaren Nesin Vakfı’ndan kötü haberler gelmeye başlayınca içim rahat etmedi. Bir de üstüne üstlük Kadıköy’deki 12 Eylül mitingi, ardından akşamına Açıkhava’da ESP’nin organize ettiği konser planlara eklenince seçim yapmam zorlaştı. Zorunluluklar ve vicdanım bir yanda, ilgiler ve zevk diğer yandaydı. Düşündüm, taşındım. Aklıma Aziz Nesin ile tanışmamı sağlayan ‘Nutuk Makinesi’ geldi. Planların üzerini bir bir çizdim ve soluğu birkaç arkadaşımla birlikte Çatalca’da aldım.
Beş arkadaş vakfın eksik malzeme listesinde belirtilen malzemelerden birçoğunu alıp ‘Az Gittik Uz Gittik’ ve vakıftan içeriye girdik. Çalışanlara ‘Merhaba’ dedikten sonra ana binayı, yemekhaneyi, kütüphaneyi, konser salonunu gezdik. Her taraf çamur içindeydi ama çalışan onlarca genç, yetişkin, kadın, erkek vardı: ‘Şimdiki Çocuklar Harika’ydı…
Ali Nesin’in sel felaketi sonrası “Kötümserliğe kapılmaca yok” lafı herkes tarafından benimsenmiş görünüyordu. Olan olmuştu. Çamurlar her yeri kaplamış, ağaç kütükleri mayısta piknik yaptığımız bahçeyi talan etmişti. Ama elmalar, cevizler yerli yerindeydi ya, lezzetlerinden hiçbir şey kaybetmemişti ya, umut yitmemişti ya, yeterdi…
Theo’nun marangozhanesine ulaşamadık, hali haraptır besbelli. Kendisi Yakuplu’daki evine gitmiş ve gördüklerine inanamamış: “Kim attı bu bombayı?”
Atölyede çalışacak gönüllüler aranıyordu, hemen orada bittik. Sarı botlarımız, eldivenlerimiz ile Mustafa Abi’nin yol göstermesiyle işin ucundan tuttuk ve ‘Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’ demeden atölyeyi tahliye etmeye başladık. Su yediğinden kabarmış dolapları, suntaları, kabinleri, koltukları tek tek dışarıya çıkardık ve istif ettik. Artık kimisi çöpe gidecek, kimisi ise yakılmayı bekleyecek.
Sonra aynı yerküreye ayak bastığımız, farklı dilleri konuştuğumuz Alex geldi yanımıza yardıma. Ne işi vardı onun orada? Ne zoru vardı Alex’in? O buradayken, evinde tasasız oturanlara ne demeliydi acep? Çamurlar içinde bir masayı da beraber kurtardık Alex’le. ‘Vatan Sağolsun’ diyecek bir durumumuz yoktu ama ‘Vakıf sağolsun’ deyip soluklandık cevizin altında. Mustafa abi ile Hopa üzerine konuştuk. Solun baskı zamanlarındaki çözülmesinden bahsettik. Efendime söyleyeyim, sonra… Neyse…
Nerden baksan üç saat kadar kalabildik vakıfta. Enerjimiz yetmedi, gücümüz tükendi. Biz yapılacak işin binde birini yaparak mecalsiz kalmıştık. Ellerimiz çamurluydu. Üstümüz, başımız keza... Oradaki gönüllülerin ise bu işi yaparken çok daha fazla desteğe ihtiyacı var. Kış yaklaşıyor, ortalık çamur alabildiğine… Bu düşünceleri de yanımıza alarak atölyeden ayrıldık.
Kapıya doğru yöneldik ve vedalaştık arkadaşlarımızla. Tam çıkarken bir kitap yığını gördüm, çamurlar içinde. Bir koca yığın Aziz Nesin kitabı. Sel gidip, çamur kalınca geriye, ortaya çıkan kitaplardan bir yığın! En üstte ‘Gıdı-Gıdı’, altında ‘Ah Biz Eşekler’, en altında da ‘Adamı Zorla Deli Ederler’…
Tebessüm edip, ayrıldık vakıftan; elimizde, yüzümüzde Nesin Vakfı’nın mis kokan çamurları ile…