Nasıl da sağlam basıyorlar yere. Başlarına gelen onca şeye rağmen yıkılmadılar, ayaktalar ve gururlu. Sömürülmekten gözlerinin feri sönmüş, belleri bükülmüştü, fakat ısrarla aynı noktada duruyor, hep birlikte avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı: “Dik dur eğilme.” Vadiyi çepeçevre saran dağlarda yankılanarak çoğalan seslerin yarattığı büyülü atmosfer bedenleri ele geçirmişti; şimdi eğri büğrü bedenler sözcükleri hep bir ağızdan ritmik bir şekilde tekrarlıyor, ayaklarını yere vura vura sözcüklerin ritmine eşlik ediyorlardı. Çok geçmeden transa geçen kalabalık, anafora kapılmış sular gibi, merkezin etrafında hızla dönmeye başladılar. Merkezde abartılmış penisiyle Tanrı Priapus’un, yüksekliği beş metreyi aşan heykeli vardı. Tanrının etrafındaki insan çevrintileri, suya atılan taştan yayılan dalgalar gibi, merkezden çeperlere doğru giderek genişledi. Ve dağdan vadiye bakan biri, ereksiyon halindeki tanrıyı ve etrafında giderek hızlanan çevrintilerden oluşmuş devasa bir anaforu görecekti. Vadi, “Dik dur eğilme” sesleriyle inliyor ve fallusun çekim gücüne kapılmış bedenler güneşin uyduları gibi etrafında dönüyorlardı. Görüntü muhteşemdi, insanın dili tutulabilirdi.

Fallusa ne zamandan beridir taptıklarını sorsanız, “dünya yaratıldığından beri” diyeceklerdi. Geleneklerine çok bağlıydılar. Kuşaktan kuşağa aktarılan Priapus mitini kimse sorgulamaya cüret edemiyordu; kutsallarıydı çünkü ve kutsalı sorgulamak tanrıya küfretmekti. İnançlarına göre doğurganlık tanrısı Priapus, toprağı tohumlarıyla döllemiş ve evreni yaratmıştı. Oysa yeryüzü tarihinde Priapus dünkü çocuk sayılırdı; eskiden erilliğin esamesi okunmazdı bile. Herkesin göçebe olduğu zamanlarda sadece doğurganlık tanrıçaları vardı. Venüs tabir edilen, dişilik organları vurgulanmış kadın heykelcikleri çok uzun zamandan beri toprağın altındaydı, unutulmuşlardı. Ancak toprak kazıldığında yüzeye çıkabiliyorlardı. Ne olduysa yerleşik hayata geçerken oldu ve yerleşikler eril tanrıyı icat ettiler. Göbeklitepe’deki dikilitaşlar, ilk fallus kültüydü. Arkeologlar Göbeklitepe Kültür Bölgesinde yaptıkları kazılarda yüzlerce fallus heykeli çıkardıklarını söylüyorlar: “Kazarken sex shop kazıyoruz gibi geldi… Biz hep ana tanrıçayı bulacağımızı düşünerek kazdık ancak karşımıza baba tanrı çıktı” (Mehmet Özdoğan, Gazete Duvar).

Artık karşılarına hep baba çıkacaktı. Baba logostu, evreni ve anlamı yaratan, biçimsiz olanı biçimlendiren. Kadın ise yeryüzünün biçimlendirilmeye muhtaç akışkanlığıydı. Kutsal kitapları kadını ekilip biçilecek bir tarla olarak tanımlıyordu. Priapus, tarımın ve hayvancılığın, meyve bahçelerinin ve hayvan sürülerinin tanrısıydı; kocaman penisiyle yeryüzü ve bedenlerinin ırzına geçmeye hazır bir damızlık. Yerleşik hayatın kültürü tarımla birlikle, erkeğin ve kadının pozisyonları da belirlenmişti: Tarla olarak kadının yataylığı ve tarlayı süren ve tohumlayan erkeğin dikeyliği. Kozmogoniler yeniden yazıldı ve kadının sırt üstü yattığı, erkeğin üstte olduğu misyoner pozisyonu kutsallaştırıldı. Yeryüzüne dişil, gökyüzüne eril kimlikler verildi: Toprak anaydı (Gaia), gök tanrı erkek (Uranüs). Sırt üstü yatan yeryüzüydü, ırzına geçen ise eril iktidar. Orta çağların Batılı misyonerleri kutsal pozisyonu sömürgelere taşıyıp evrenselleştirdiler. Bu sefer üstte olan sömürgeciler, altta uzanan ise sömürgeleştirilenlerdi. Nerede sömüren ve sömürülen varsa bilin ki orada kutsal pozisyon tesis edilmiş ve kutsal düzen kurulmuştur.

Fallusun etrafında anafora kapılmış kalabalık birden durdu ve sesler kesildi. “Dik dur, eğilme”, artık içlerinden tekrarladıkları bir duaya dönüşmüştü. Eğri büğrü bedenler ne hareket ediyor ne de bağırıyorlardı; Priapus’a dönük, başları öne eğik halde huşu içinde duruyorlardı şimdi. Sonra en ön sıradaki ayini yönetenin komutuyla, hep birlikte bükük bellerini olabildiğince öne eğerek tanrı Priapus’un önünde bir süre öylece kaldılar. Ardından ikinci komut geldi ve yere kapandılar. Görülmeye değer, muhteşem bir manzaraydı. Dağın tepesinden vadiye bakan biri, kalabalığın yataylığı ve Priapus’un dikeyliği karşısında küçük dilini yutabilirdi. Kutsal pozisyon bir kez daha gerçekleşmiş, düzenin ya da kozmogonilerinin emrettiği gibi, kozmos yeniden yaratılmıştı.