Dimitri Karamasov, yangın yerinde çaresizce yan yana dizilmiş o kadınların yüzünde insanlığın acısıyla yüz yüze gelir. Onların çektiği azabın karşısında daha evvel yaşamadığı türden bir sarsıntı geçirir

Mitya’nın rüyası

Karamasov Kardeşler’de Mitya, yani Dimitri Karamasov, babasını öldürmekle suçlandığı ve sorguya çekildiği sahnenin ertesinde bir rüya görür. Rüyasında bozkırda bir köylünün sürdüğü at arabasının içinde çamurlara batıp çıkarak ilerlemektedirler. Soğuk bir yağmur yağmakta ve Mitya üşümektedir. Birden biraz ilerde bir köy görürler. Kapkara izbe bir yerdir burası. Arkada yanmış, isten kurumdan kararmış kalaslar görünür. Köyün girişinde, köylü kadınlar bir şey bekler gibi yan yana dizilmiş durmaktadırlar. Kanları çekilmiş renksiz yüzleri ile Dimitri’ye bakarlar. Uzun zayıf yüzlü bir tanesi, kollarında çelimsiz bir bebek tutmaktadır.

Bebek açlıktan ve soğuktan ağlayıp durur. Küçük kollarını havaya kaldırıp annesine uzatır. Ama kadının ona verecek hiçbir şeyi yoktur. Arkasındaki yıkıntı gibi kuruyup kararmıştır o da.

“Neden ağlıyorlar? Niçin gözyaşı döküyorlar?” diye sorar Mitya. Arabacı, oranın bir yangın yeri olduğunu, insanların fakirlikten ve çaresizlikten karardığını, çocukların açlıktan ve soğuktan birer birer öldüğünü anlatır ona. Ama anlamaz Mitya. Dünyanın neden böyle bir yer olduğunu kavrayamaz bir türlü. Sormaya devam eder:

“Sen bana şunu söyle! Yangından çıkmış olan bütün anneler böyle mi dururlar? İnsanlar neden fakirdir? Bebe neden zavallıdır? Bozkır neden çıplak? Neden birbirlerini kucaklamıyor, birbirlerini öpmüyor, neden neşeli şarkılar söylemiyorlar? Neden başlarına kapkara bir felâket gelmiş gibi karanlık içindeler? Neden bebenin karnını doyurmuyorlar?”

Dostoyevski bir yandan Mitya’ya bu soruları sordurur, öte yandan da onun bu soruların hemen cevaplanamayacağını hissettiğini söyler bize. Yine de şunu anladığımızdan emin olmak ister gibidir: Hayattaki en önemli sorular bunlardır aslında. Ne olursa olsun bunları sormak ve muhakkak böyle sormak gerekir. Mitya bu konuda bir şeyler yapmak gerektiğinin farkına varmıştır. Acıların, kederlerin, haksızlıkların sona ermesi gerektiğini bilir. Bunu kanında, etinde, bütün bedeninde hisseder. Soğuktan kaskatı hale gelmiş vücudu, yangın yerinde kalakalmış bu talihsiz insanlara duyduğu şefkatin etkisiyle gevşer, gözlerine yaşlar dolar ve bu adaletsizliğe bir son vermek gerektiğini düşünür: “Öyle ki, artık bebe ağlamasın, bebenin kapkara ve vücudu kurumuş annesi gözyaşı dökmesin, o andan sonra artık hiç kimsenin gözü yaşlı olmasın...”

Dimitri Karamasov, yangın yerinde çaresizce yan yana dizilmiş o kadınların yüzünde insanlığın acısıyla yüz yüze gelir. Onların çektiği azabın karşısında daha evvel yaşamadığı türden bir sarsıntı geçirir. Ancak, onları gördüğü andan itibaren, bu acılara son vermek için bir arzu da duyar. Dünya artık böyle olmamalıdır. Acılardan ve kayıplardan oluşmamalı, bir yangın yeri hâline gelmemelidir. Dimitri, insanlığın acısını hissettiği ölçüde, bu ıstırabı yaratan her şeyle mücadele etmek için büyük bir kararlılık da duyar içinde.

Mitya’nın rüyası bir süredir aklımdan çıkmıyor. Kötülüğün ve adaletsizliğin karşısında, ben de onun gibi afallıyorum çünkü. “Neden, neden?” diye sormak istiyorum. Bu soruyu boşuna tekrar ettiğimi bilsem de, büyük acılara şahit olduğumuz bu korkunç dönemde bunun çoğu insana anlamsız geleceğini hissetsem de.

Oysa Dostoyevski çok haklı. Tam da bu soruları sormamız gerekiyor aslında. Bıkmadan, yorulmadan ve her zaman. Ama özellikle de şimdi. Bütün ülkenin bir yangın yeri hâline geldiği şu anda.

Neden düğünler cenazeye dönüyor? Çocuklar neden ölüyor? Anneler neden hep ağlıyor? Sokaklar niye cesetlerle doluyor? Bazı cenazeler neden kaldırılamıyor? Neden yan yana yüzlerce mezar kazılıyor? Evler niçin yakılıp yıkılmış? Şehirler nasıl olmuş da tanınmaz hale gelmiş? Yoksulluk, adaletsizlik, bu kadar koyu bir düşmanlık niye var? Bütün bunlara bir çare bulunamaz mı? Ağlayanların gözyaşı dindirilemez mi? Gidenlerin yası tutulamaz, kalanlara teselli olunamaz mı? Bu korkunç döngüden bir çıkış yok mudur? Barış içinde yaşamak mümkün değil midir?

Bu soruları soranlar yok mu? Var elbette. Ama onların da başına gelenleri biliyorsunuz. Yazarlar, gazeteciler, avukatlar, akademisyenler, öğrenciler... Bu ülkenin bütün vicdanlı insanları, birer birer hapse atılıyor. En son Aslı Erdoğan’ı tutukladılar. Oysa, dünyanın acılarına isim koymuş, insanlığın dertlerini anlaşılır kılmış bir yazardır o. Özgür Gündem’de yazdığı Cizre yazıları nedeniyle suçlandığını öğrendikten sonra, “Keşke daha fazla anlatsaydım, daha fazla yazsaydım!” diyen biridir. Onu hapse atanlar bilmiyorlar ki, daha böyle çok insan var. Türkiye’nin Mityaları onlar. Bu soruları soranlar.

Dostoyevski başka bir yerde diyor ki: “Hayatta korktuğum bir şey varsa, o da acılarıma layık olamamak.”

Biz de acılarımıza yetişemediğimiz bir dönemden geçiyoruz şimdi. Daha birinin yasını tutamadan öteki patlıyor. Bundan kötüsü olmaz derken, çok daha büyük bir zalimlikle karşılaşıyoruz. Öldürülen çocukların, kadınların, ihtiyarların gazetelerdeki fotoğraflardan neşeyle, şaşkınlıkla, ciddiyetle bakan gözleri birbirinin üzerine yığılıp duruyor. Çoğunun ismini bile hatırlayamıyoruz artık.

Ama gözler orada duruyor. Acılarımızın cisimleşmiş hâli olarak bize bakmaya devam ediyorlar. Onlara layık olacağımızı ve sormamız gerekenleri sormaktan vazgeçmeyeceğimizi umalım.