Fena halde sana uğramaya, seni ziyaret etmeye çalışıyorum sevgili Can Abi. Bir türlü kabul etmiyorlar. Yarın Ankara’ya gidiyorum, dilekçeyi elden teslim etmek için

Mizahı ile kazandı

CAN ÖZ*

Sevgili Can Abi,

Kalem kâğıdı kuşanıp mektup yazmayalı ne kadar da uzun süre olmuş. Hatırlıyorum; en son bana yüz vermeyen Yunanlı bir kıza mektup yazmıştım. Katarina’ydi adı. Onun ilgisini çekebilmek için her yolu denemiştim. Şuang-Şuang'dan, yani çok iyi el falı bakan Çinli bir arkadaşımdan bana el falının tüm numaralarını öğretmesini istemeye, onu zorlamaya kadar götürmüştüm işi. Böylece Katarina’nın da el falına bakabilecek, eline dokunacak, gözlerine bakacak, onu etkileyecek, sonra da, inşallah kendime âşık edecektim. Şuang-Şuang ile üç dört gün çalıştık. Cümlenin yarısında durup, karşı tarafın enerjisini sezene kadar bekleyip, nabza göre şerbet vermenin egzersizlerini yaptırmıştı bana. Parmak sıkıp, beyazlanan etin ne hızda tekrar kırmızılaştığına dikkat ederek sağlık durumu ile ilgili kurnaz yorumlar yapmayı ve benzeri çeşitli uyanıklıkları öğretmişti. Günlerce ben falan bakan oldum, Şuang-Şuang ise Katerina.

Sonunda bir gün, Katerina’yı kantinde yakaladım. Kalabalık bir masaydı. İyi el falı baktığımı söyledim. Her dediğime inandıklarını hatırlıyorum. Nihayetinde sıra Katerina’ya gelmişti. Çaktırmadan, avucunu okşayarak, gözlerine derin derin dalarak bakmıştım falına. İş, okul, para, aile derken bana aşk hayatını sordu. Daha iyi bir fırsat olabilir miydi? İyi hatırlıyorum, o an hayatımda hiç tanımadığım bir kendine güven lakır lakır damarlarıma pompalanmaya başlamıştı. Lafı uzatmadan, ileride hatırlayacağım bir ana da imza atmak isteyerek, Katerina’nın elini yumruk yaptım, iki avucumun içine aldım. “Ben sana aşığım; Katerina, seni seviyorum,” dedim. Masadaki tüm sesler kesiliverdi, herkes kulak kabartmıştı. Katerina, hafif bir telaşla çevresine bakındı, sonra, beni hâlâ rahatsız eden bir hız ve çeviklikle o telaşı üzerinden atıp, neredeyse bir öğretmen edasıyla birkaç kelam etti:

“Bak şekerim...”

İşte yıllar sonra, Atina’da o gün o masada olan, çok iyi bir arkadaşım tavladı onu. Konuşması ve zekasıyla herkesi duman eden, aynı anda matematik ve fizik okuyan, dünyanın en sevimli ve zeki adamlarından Antonis ile evlendikleri haberini alınca tebrik etmek için yazmıştım ona. Teşekkür etmiş ve beni Atina’ya davet etmişlerdi. Hâlâ gitmedim.

Neyse, işte bu nedenlerle el yazım biraz zor okunuyor olabilir.

Buralardan biraz haberler vereyim: Yayınevi çok iyi gidiyor. Mini kitap diye bir numara çıkardık, müthiş tuttu. Socrates Dergi mis iyi gidiyor, ileride Almanya ve İngiltere’de yayımlayabilmek için girişimler yapıyorum. Olabilir gibi görünüyor. Sokrates Yayınevi’ni kurmak için de girişimlere de başladık. Bir yandan nefis bir “Kültür Sanat Almanağı” yayınladık. Projenin başında Yekta, yanında Sibel Oral ve Zeynep Miraç Özkartal. Çok parlak bir iş çıktı ve işin ilginci çok da iyi satılıyor. Vallahi, bu işle büyük gurur duyuyorum. Babama olan borcumu biraz ödüyormuş gibi geliyor bana, sıkıntılı zamanlarda işi iyi götürerek.

Fena halde sana uğramaya, seni ziyaret etmeye çalışıyorum sevgili Can Abi. Bir türlü kabul etmiyorlar. Yarın Ankara’ya gidiyorum, dilekçeyi elden teslim etmek için.

Baroyu aradım. “Beni stajyer avukat yapmanızın yolu var mı?” diye sordum. Belki Ümit’in yanında onun stajyeri gibi girebilirim diye. Olmuyormuş. Görüp de mühim bir şey söyleyeceğim de yok hani. Öyle işte, yüzünü göreyim diye. Yoksa nasıl olsa aracılarla iletişim kurabiliyoruz. Çok özledim seni be Can Abi; çok üzüleceğimi biliyordum, ama bu kadar özleyeceğimi bilmiyordum.

Dün karım Selma rüyasında iki kere seni görmüş; birinde çimlerde seninle yürüyormuş. Sana sarılıp duruyormuş (bu kısmına hafif bir tepki gösterip “hop hop” deyince çok güldü Selma). Sana, “Biliyordum çıkacağını,” diyor, seni elinden tutup bana getiriyormuş. Gerçi bu “bana getirme” kısmı ben “hop hop” çektiğim için kadınlara has bir ustalıkla sonradan eklenmiş olabilir.

İkinci rüyada sen ve ben bir otel odasındayız. Jilet gibi traşlı, lacileri çekmiş, tüm fıyakamızla ayakta sohbet ediyouz. Selma bu sefer rüyada yok, yalnızca rüyanın sahibi. Yüzümüzde muzaffer ve alaycı bir ifade var. Sanki balkon konuşması yapacağız (burası benim yorumum.) Yani anlayacağın, çok iyiyiz abi, havamızdan geçilmiyor. Bir yanda manşetler geçiyor üzerinizden. Artık sinemaya ilgisinden midir, senin belgesellerinin havasına girdiğinden mi, burayı gayet sinematografik bir şekilde anlattı Selma hanımefendi. Manşetler Fransızca, bunun nedenini bilmiyorum, hatta Fransızca tam ne yazdığını da göremiyoruz, ama anlamını biliyoruz: “Mizahı ve hafifliği ile onları yendi.” Sonra rüya bitiyor ve Selma bu kadarını hatırlıyor.

Canım Abi’m, çok özlüyorum, çok.

*Can Yayınları’nın sahibi Can Öz’ün Can Dündar’a ithafen kaleme aldığı 6.1.2016 tarihli mektup.