Sık sık duyduğum bir söz: “İnsanları sevmiyorum.” “Bir hayvanın hayatı, bir insanın hayatından daha değerli, çünkü onlar insanlar kadar kötü değil” ya da “İnsan, doğanın bir hatası” gibi sözler duymak, o kadar olağan ki artık. Çağımızın benlik sorunlarıyla ilgili bir durum mizantropi, yani insan kaçkınlığı, insanlığa karşı nefret, korku ve güvensiz hissetmek.

Ben öyle biri olamadım hiç, hayvanları da, insanları da sanırım eşit bir biçimde seviyorum. Ama dostlarımdan duydukça, merak ettiğim bir ruh haliydi bu. Bugünlerde Can Yayınları, Sybelle Berg’in “Uyuyan Adam” ve “Hayat İçin Teşekkürler” romanlarını yayımladı. “Uyuyan Adam”ın arka kapağında yazar için ‘mizantropi ustası’ yazıyordu ve heyecanla romanın içine gömüldüm. Güney Çin Denizi’ndeki küçük bir adaya kaçmış olan romanın anlatıcısı yaşlı kadının zihninde ve anılarında dolaştıkça, bu ruh halinin nedenlerini anlamaya başladım. Aslında kendimde de benzer duygu ve düşüncelerin zaman zaman oluştuğunu fark ettim.

Sybelle Berg, “Uyuyan Adam”da genel bir insanlık eleştirisi yapıyordu: “Herkes kendini bir diğerinden üstün buluyor, bu da içimizdeki saldırganlığın, bitmek bilmeyen bir kulak çınlaması gibi sürüp gitmesine sebep oluyordu.” Başka bir yerde de şöyle yazıyordu Berg: “Gençken hayvanseverlere sinirlenir, neden enerjilerini insanları kurtarmak için kullanmadıklarını anlayamazdım, şimdiyse anlıyorum. (…) İnsanlar kendilerine küçük küçük, güzel sebepler buluyorlardı ama birçoğunun çok büyük bir budalalığın ya da alçaklığın ürünü olduğunu göstermiyorlardı kimseye.”

Romanın anlatıcısı kadını, böyle düşünmeye ne itmişti? Hayal kırıklıkları mı? Anlam krizi mi? Kültürlerdeki kötülük üretmeyi ya da kötülüğü meşrulaştıran ikiyüzlü değerler mi? Eğer kötülük meşrulaştırılmaya çalışılıyor ve kimse sesini çıkarmıyorsa, bu bütün insanlığı kötü ve zavallı mı yapardı? İşini geri istediği için şiddet görenleri ya da sokağın ortasında defalarca bıçaklanan birini uzaktan izleyen yüzlerce insan, bu kötülüğün bir parçası mıydı? Aynı zamanda bu insanlar, insanları sevmediklerini mi düşünüyorlardı?

Çağımızın anlam krizinin gelip dayandığı yer, tam da bu ve benzeri sorularda kendini gösteriyor. Benlik, insan bedeninin sınırları içine hapsedilecek bir şey değil, başka insanlarla, sokaklarla, kitaplarla oluşan ve etkileşen bir şey. Benliklerimizi kuşatan bu kültür ve sistemin arızalı oluşu mu, anlam krizini ve kötülüğü yaratıyor? Mizantropi, bu açıdan bir teslim oluş mu, yoksa eleştirel gücüyle bir isyan mı? İnsanları sevmiyorum derken, aslında sevgiye duyulan büyük bir ihtiyaç mı dile getiriliyor? Ne çok soru… Sybelle Berg gibi iyi bir yazarı okumak, yanıtlardan çok sorularla meşgul ediyor insanı, her yanıt başka sorular ortaya çıkarıyor.

Şu bir gerçek ki, var olan sistem ve kültürel yapılar, insana yetmiyor. Ayrıntı Yayınları’nın çoğu kitabını yayımladığı Richard Sennett’in yazdıklarına bakınca, bu yetmeme durumunun nedenlerini ve çözümlerini bulmak mümkün. İnsanlar, kuşatıldıkları ve kendilerini çaresiz hissettiren bütün bu yapıları değiştirebilecek güce sahipler. Zygmunt Bauman, “Benlik Pratikleri” kitabında, çözümün insanın genlerine işlemiş olan ‘dayanışma’yla mümkün olacağını iddia ediyordu. Rekabet üzerine kurulu kendi kendini yaratma ve kabul ettirme kiplerinin yerini, işbirliği ve dayanışmaya dayalı kendini tanıma ve özgürce ortaya koyabilme alırsa, insan potansiyelinin büyük bir zenginliğe ve çeşitliliğe sahip olabileceğini iddia ediyordu. Yani, mizantropi haklı bir eleştirelliğe sahip olsa da çözüm yeni bir ahlaki devrime neden olacak dayanışmada…

Bir an, Berg’in roman karakteriyle Bauman’ın bu iyimserliğini paylaştığımı hayal ettim. Şöyle yanıt verdi romanda: “Muhtemelen insan kadar kendi fikirlerinin parlaklığından emin ve aptallığını şiddetle savunan çok az hayvan vardı.”