Bugün Türkiye’de biçimsel demokrasiyi bile yok eden gelişme, aslında yeni Anayasa ve başkanlık rejimi değildir; bunların dahi yok sayılmasıdır. Cumhur İttifakı içerdeki çöküntüyü hayali “dış zaferler”le perdelemeye çalışıyor ve bu da krizi daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Mızrak çuvala sığmıyor

AKP’NİN CUMHURİYETLE HESAPLAŞMADAKİ MOTİVASYONU

Bu “motivasyon”u aslında AKP’nin otoriter lideri R. T. Erdoğan’ın açıklaması gerekiyor; fakat o da bu konuda hayli ketum davranıyor; ayrıntılı açıklamalara girmiyor. “Davamız” diyor, “Yeni Türkiye” diyor, “2023 vizyonu” diyor, ama bir türlü bunların içeriğini anlatmıyor.

Tabii Tayyip Bey’in dünya görüşünün Sünni İslam temelinde şekillendiği herkesin malumu; üstelik kendisinin geniş bir dinî referans çerçevesi de var. Fakat ortaya açıkça -örneğin İhvan, Cemaat-i İslamî vb gibi- doktriner bir tavır koymadı, ya da İzzetbegovic gibi “İslami Manifesto”lar kaleme almadı. Zaten buna uygun bir birikiminin olmadığı da anlaşılıyor. Yine de bazı şeyleri açıkça söylemenin henüz zamanı gelmediği izlenimini veriyor; nitekim geçenlerde yaptığı bir konuşmada “fikri iktidarlarını” hâlâ kuramadıklarını bile söyledi. İşte bu durumda bizlere de, on sekiz yıllık konuşma ve uygulamalara bakarak değerlendirmeler yapmak ve “iktidar” olamayan “fikir” ve “paradigma”nın ne olduğunu sorgulamak düşüyor.


Başından başlayalım: Tayyip Bey siyasal şöhretini daha İstanbul Belediye Başkanı iken, Siirt’te okuduğu bir şiirle sağlamıştı. Bu şiirde “minareleri süngü, kubbeleri miğfer, camileri kışla” olan bir Türkiye özlemini dile getiriyordu. Oysa şiir yasalara aykırı bulundu; Erdoğan yargılandı ve halkı “kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle mahkûm edildi.

Keşke edilmeseydi! Mahkûm edilip, mağdur ve kahraman yapılacağına, keşke halka bu sözlerin pratikte ne gibi bir uygulamalara yol açacağı anlatılabilseydi. O zaman belki de son yirmi yılın siyasal gelişmeleri farklı bir seyir izlerdi. Ben şahsen halkın büyük çoğunluğunun böyle “minareleri süngü, camileri kışla” olan bir Türkiye özlediğini hiç sanmıyorum; zaten tüm istatistikî veriler de bunu gösteriyor. Kaldı ki Tayyip Bey’in kendisi de siyasete bu sloganla değil, “gömlek değiştirdik!” sloganıyla atıldı ve seçimleri de bu bayrak altında kazandı.

Kazandı ama, aslında temel tutkusunda bir değişiklik olmadığı da bir süre sonra ortaya çıktı. Nitekim başbakan olarak iktidarını pekiştirdikten sonra, aynı şiiri, adeta meydan okur gibi Meclis’te de okuyor ve grubu tarafından ayakta alkışlanıyordu. Böylece kesinleşmiş bir mahkeme hükmü yok sayılıyor ve bağımsız yargıya karşı tavır da daha o günlerde ortaya çıkıyordu.

Bu şekilde “gömlek değiştirme”nin bir çeşit taktik olduğu da ilan edilmiş oldu. Nitekim Ergenekon davalarından sonra “askeri vesayet” kaygısı azaldıkça, din siyasetinde katılık da artmaya başladı. Artık ilk yıllarda anahtar mevkilere gelen Mehmet Aydın, Ali Bardakoğlu gibi açık fikirli ilahiyatçılarının yerini, giderek Ayasofya’da kılıç sallayan Ali Erbaş’lar alıyordu. Bu politikanın dış referansları da İhvan, Hamas, Cemaat-ı İslami gibi laikliği reddeden akımlar oldu. Hatta bölgedeki gelişmeleri yakından izleyen batılı uzmanlara göre, AKP, başlangıçta IŞİD gibi ekstremist bir harekete dahi hayli anlayışlı davranmıştı. Çoğu daha önce AKP iktidarını alkışlamış olan bu yazarlardan bazılarının (Alexandre Adler, Patrick Cockburn, P-J Luizard, Olivier Hanne, Samuel Laurent) anlattıklarını yine bu sayfalarda özetlemiştim. AKP’nin Obama rejimiyle, AB ve Batı dünyasıyla, hatta İslam ülkelerinin büyük çoğunluğuyla bağlarını koparan da bu sözde radikal İslamcı oportünizm oldu.

Ne var ki 21. yüzyılda dünyevi değirmenin çarkları artık taktik aldatmacalarla ve yüzyıllar öncesinin öğretileriyle dönmüyor. Bunu geçmiş yıllarda Erbakan da anlamış, başbakan olunca hızla “adil düzen” ütopyasını bir kenara itmişti. AKP iktidarının ise bu alandaki rehberi Özalcı liberalizm oldu. Üstelik bu liberalizm, İhale Kanunu’nda yapılan sayısız değişiklikle gerçek liberalizmden uzaklaşıyor, yandaş KOBİ ve müteahhitler için tam bir rant ekonomisine dönüşüyordu. Bu da AKP “motivasyon”unun dünyevi yüzü oldu. Aslında Özalcılık mirasına dayanan bu dünyevi yüzün, hak, hukuk ve özgürlük konularında duyarlılığı yoktu. Unutmayalım ki Turgut Bey de siyasal kariyerini 12 Eylül Darbesi üzerine kurmuş ve uygulamada da “benim memurum işini bilir!”, “Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” gibi “ilke”ler ortaya atmıştı. Bu “ilke”ler AKP döneminde daha da yaygın bir uygulama alanı buldular.

İşte AKP uygulamalarına hayat veren iki kanat bunlar oldu. Bu “uhrevi” ve “dünyevi” kanatlar, pratikte -tıpkı Osmanlı dönemindeki Hilafet ve Saltanat ikilemi gibi- birbirini besledi ve yönlendirdi. Ne var ki bunlardan ağır basan da -“Ulu Hakan” Abdülhamid özlemi içinde- hep “saltanat” oldu. Oysa varılan noktaya (iktisadi kriz, hukuksuzluk, nefret söylemi) bakılırsa, “saltanat” tutkusunun, sonunda “hilafet” özlemini de yok edeceği günlere hızla yaklaşır gibiyiz.

NASIL BİR CUMHURİYET

Modern cumhuriyetler mutlak monarşilere, hanedan rejimlerine, sömürge imparatorluklarına karşı savaşılarak, güç kullanılarak kuruldu. Tarihte hiçbir “monark” ve “hanedan”ın iktidarı özgür seçimlerle, oy hesabıyla terk ettiği görülmemiştir. Ayrıca, cumhuriyet rejimi, özünde demokratik ilkeler içerse de, bu rejimlere ilk dönemlerde hep otoriter yöntemler damgasını vurdu. Ve böylece demokratik kavga cumhuriyet rejimlerinde de devam etmiştir.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti de bu şemaya uygun şekilde kuruldu. 1923 Ekiminde, Meclis komisyonunda hacılar, hocalar şeriat tartışmaları yaparken, Mustafa Kemal Paşa bir sıranın üstü­ne çıkmış ve “Efendiler!”, demişti, “Hakimiyet ve saltanat hiç kim­seye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile veril­mez; kudretle ve zorla alınır. Nitekim Türk milleti haki­miyet ve saltanatı, isyan ederek eline bilfiil almıştır”.

Yine de hedef başlangıçtan itibaren çok partili, demokratik bir rejimdi ve bu hedefe de çeyrek yüzyıl gibi bir toplum hayatı içinde kısa sayılabilecek bir sürede ulaşıldı. Öyle ki bu dönüşümde bir anayasa değişikliğine bile gerek kalmamış, Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklik yeterli olmuştu.

Ne var ki 1946 yılında demokrasiye sadece şeklen geçilmişti, sosyo-kültürel anlamda geçilmemişti. Sınıflı toplumlarda halk sınıfları iktidar olmadıkça gerçek demokrasiden söz edilemez; oysa 1946’da bankacı Celal Bayar ile toprak ağası Menderes temsilciliğiyle egemen sınıflar iktidara el koyuyor ve bir “banker-yunker” ittifakı siyasal rejimin geleceğini de belirliyordu. Artık demokratik kavga da bu hegemonya altında ve bu hegemonyaya karşı halkçı ve toplumcu güçler tarafından yapılacaktı.

İlginçtir ki bu alanda en büyük kazanım da şeklen tamamen antidemokratik yollarla, 27 Mayıs Anayasası ile sağlandı. Anayasa Mahkemesi; bağımsız yargı; emekçilere sendikalaşma özgürlüğü ve grev hakkı; üniversite özerkliği; basın özgürlüğü; TRT özerkliği vb hep bu anayasa ile hukuk sistemimize girdiler. Sonra da, egemen sınıflar hegemonyalarını yeniden kurunca, makas tekrar geriye işlemeye başladı. Darbelerle Anayasa kırpılıyor, radikal küçük burjuvazi ve emekçilerin sağladığı haklar birer birer geri alınıyordu. Demirel, Özal, Erbakan, Çiller, hepsi de bu konuda ellerinden geleni yaptılar. Üstelik büyük sermaye, “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı altında komutanları da yanına almıştı ve “vesayet rejimi” diye şikâyet edilen şey de, aslında, sermaye düzeninin en iyi bekçiliği konusunda askerlerle siviller arasındaki rekabet oldu.

Bu gelişmenin, her akımın kendi hesabına dersler çıkarması gereken ıstıraplı halkaları bulunuyor ve sonunda da “Cumhur İttifakı” adı altında zincirin son halkasının örüldüğü bugünlere geldik. Öyle ki, bugün Türkiye’de biçimsel demokrasiyi bile yok eden gelişme, aslında yeni Anayasa ve başkanlık rejimi değildir; bunların dahi yok sayılmasıdır.

Parlamenter sistemlerde yürütme erklerinin, meclis çoğunluğu sayesinde yasama erkini de kontrol altına almaları sık rastlanan, olağan sayılan bir durumdur. Oysa yargı bağımsızlığı hukuk devletinin temel taşı, “olmazsa olmazı”dır. İşte bugün Türkiye’de rejim krizini de bu alandaki boşluk yaratıyor. Siz yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’ni yok saydığı, bir mahkemenin verdiği beraat kararını, devlet başkanının “manevra” sayması üzerine sanığın yeniden tutuklandığı bir ülkede hukuktan söz edebilir misiniz?

59 yıl önce, 1961 Anayasası yargı konusunda şu hükmü (md 133) koymuştu: “Hâkimler azlolunamaz. Kendileri istemedikçe, Anayasa’da gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylıklarından yoksun kılınamaz”. Bugün ise yargıçların kaderinin “Reis”in ağzına bakan bir kurula bağlı olduğu bir rejimde yaşıyoruz ve Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümünü de bu koşullarda kutlamaya hazırlanıyoruz. Ne var ki artık mızrak çuvala sığmıyor; Cumhur İttifakı içerdeki çöküntüyü hayali “dış zaferler”le perdelemeye çalışıyor ve bu da krizi daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.