Çocukluğunda âşıklar dolaşırmış köylerinde. Bir âşığı, bir devrimci öğretmeni hatırlayıp İstanbul’dan Foça’ya saygı dolu bir selam göndermek bile yetti üzerime çullanan karamsarlığı dağıtmaya.

Mızrak gibi bir devrimci

ONUR BEHRAMOĞLU

BirGün’ün yiğit gençleri “Hırsız katil Erdoğan”dan dolayı 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldılar. İnsanların tutuklanmasına sebep olmuş bir sloganı manşete taşımak gazeteciliğe dahil değilse, sokaklarda dövüşe dövüşe yürümüş çocuklardan yana habercilik suçsa, çoğunluk fabrika ayarlarına yani mayasındaki çamura dönüp iktidar yalakalığında yarışa soyunurken Berkin’den, Ali İsmail’den, Ethem’den yana olmak hapisliği göze almayı gerektiriyorsa, Barış İnce, Berkant Gültekin, Can Uğur’un yanına yazılsın adlarımız.

Bunları düşünürken apaydınlık yüzünü, ışıltılı gözlerini hatırladım Yılmaz Mızrak’ın. Deccal bellek, hızır bellek: Tonlarca yük bindirdiği zamanlar da vardır, en dar geçitte en geniş gökleri çağırdığı zamanlar da. Bugün imdadıma yetişti, yol gösterdi, sorular sordurdu bana, karanlıktan çıkmak için sorulmuş sorular: Bizden evvel bahar dalları gibi yürümüş devrimcilerin yolda bıraktıkları izler, muhabbet sofralarımızdaki seslere karışan dost sesleri, her diklenişimizde omzumuzda duyduğumuz elleri olmasa böyle delikanlı yürüyebilir miydik? Yılmaz Hoca gibi emekçileri olmasaydı, inanır mıydık devrime bunca?

Ben onu geçen yaz tanıdım, Foça’da. Tanışmamsa, İzmir Kitap Fuarı’nda oldu. Bir sabah çıkageldi, “Amcalarının mektuplarını kitaplaştırmışsın, önsözünü okudum, çok heyecanlandım. Sahilde yürüyüşe çıktım, yazdıklarını düşünüp duygulandım, ağladım, şimdi de seni kucaklamak için buradayım” dedi. Türkçe öğretmeni olarak senelerce sarf ettiği çabaların karşılıksız kalmadığını, benim öğretmenim olmasa bile, öğrencisiyle gurur duyan, göğsü kabaran bir öğretmen olduğunu söyledi. Elbette benim öğretmenimdi, o anda, öyle söyleyerek, Foça’dan İzmir’e beni kucaklamak için gelerek öğretiyordu inceliği, tevazuyu, erdemi. Köy enstitülü edebiyat öğretmeni dedem gibi öğretmenimdi, babam gibi, oğlum gibi.

Telefon konuşmaları derttir benim için, bir türlü ısınamam, yazıyla anlatmak isterim kendimi. Koskoca Leylâ Erbil bir gece telefon etmişti de, yarım saat konuştuktan sonra, “Mektup yazsak daha güzel olmaz mı, telefonda hep biraz tedirgin oluyorum. Mesela şimdi yarım saat susup sessizliğimizi dinlemek isterim ama telefonda bu yapılamıyor, konuşurken söylenenler de hep eksik, sanki düşünmeden söylenilmiş gibi geliyor bana” demiştim. İyi ki de demişim, nice mektuplar yazdık birbirimize. Yine de coştuğum anlar vardır, arka arkaya ararım sevdiklerimi. Varsın uygun olmayıversinler, bir ses duymak, iki esprili cümleyle takılıp gülümsetmek, “Yaşıyoruz çok şükür” dedirtmek isterim. Kimi zaman da, uzun aralar girer, dostlarla konuşmayalı aylar olmuştur, aradıklarında yanıtlamaya utanırım. Öyle bir anda aradı Yılmaz Hoca, “Ben her yaz sevdiğim bir insanın onuruna oğlak çeviririm. Bu sene de senin için yapacağım, konuğum olmanı istiyorum” dedi. Hayatımda ilk kez ‘Onur Konuğu’ olarak gideceğim Foça’da, dünyanın en olağanüstü insanlarından birini tanıyacağımı henüz bilmiyordum, İzmir’deki kucaklaşmamızın aziz hatırasına, unutulmaz sıcaklığına rağmen.

Evindeki binlerce kitabın, duvarlardaki tabloların, bahçedeki köpeğin, kuşların, çiçeklerin her birini ayrı ayrı anlatabilmeyi isterdim. Kurulan sofranın şair konuklarından daha şairdi Yılmaz Hoca; herkesin duygusunu ayrı ayrı kolluyor, sazını çalıp söylerken her bir türkünün öyküsünü anlatıyor, yemeğe lezzet katmanın gizli hünerlerinden öğretmenler sendikasındaki günlerine, Türkiye İşçi Partisi yıllarından günümüz edebiyatının sorunlarına, dostu Hasan Hüseyin’den en genç şairin bir şiirine, baş döndürücü ufuk turu yapıyordu. Ülkemizde gerçekleşememiş Rönesans’ı kendi öz varlığında gerçekleştirmiş yaşayan-devinen-aydınlatan bir anıt-insan. “Sanki Melih Cevdet’le tanışmış gibiyim” diye geçirmiştim içimden o gece.

Ertesi sabah, bir rüyadan uyanır gibi ışıklar içinde uyandığımda, 1978 güzünden 1980 baharına dek Melih Cevdet’le Paris Eğitim Müşavirliği bürosunda karşılıklı masalarda oturup oda arkadaşlığı yaptığını öğrenecektim! Neredeyse bir tam gün şairle anılarını paylaşırken, bir yandan -Anna Karenina’ya benzettiği için birinin adı Anna olan- kuşlarına yem veriyor, köpeğiyle oynuyor, bir kahve içimi uğrayan dostlarını değerli eşiyle birlikte ağırlıyor, diğer yandan da eski kasetlerden dünya müzikleri bulup dinletiyor, Küba seyahatinin izlenimlerini aktarıyor, “Gel bir tavla atalım ama ben Ödemiş ağzıyla konuşarak oynayacağım” diyerek oyunu şölene dönüştürüyor, kitaplığından Aragon, Malraux, Neruda bulup getiriyor, evin duvarlarındaki her bir tablonun ressamına dair benzersiz öyküler anlatıyordu.

“Melih Bey, her şeyi bilmek isteyen tutkulu bir bilgeydi. Yapabilse evrenin tüm bilgilerini edinebilirdi. Konudan konuya atlar, beni yetiştirmek için yapardı bunu. Bir konuya neresinden bakılır, nasıl bakılır, nasıl değerlendirilir, bunu ondan öğrendim” demişti. Ben de şimdi dolu dolu yaşamayı, türkülerden kuşlara-tavla pullarından şiire-bardacık incirden zeybeğe hayatı öğreniyordum ondan. Dikili’de “30 Ağustos ve Bağımsızlık Ruhu” üzerine konuşacağımı duyunca, Nâzım’dan okuyuverdi: “Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı. / Nureddin dedi ki: “Teselyalı Çoban Mihail,” / Nureddin dedi ki: “Seni biz değil, / buraya gönderenler öldürdü seni…”

Çocukluğunda âşıklar dolaşırmış köylerinde. Bir âşığı, bir devrimci öğretmeni hatırlayıp İstanbul’dan Foça’ya saygı dolu bir selam göndermek bile yetti üzerime çullanan karamsarlığı dağıtmaya.

Bizi mahkûm edecek mahkemeyi kim kurabilir? “Hey gidinin efesi, efelerin efesi” Yılmaz Hocam…