Modern dünya trajedisi

Konuk Yazar: Avukat Aysu Bankoğlu - CHP PM Üyesi

Kadınlar tarih boyunca, ataerkil baskıcı rejimlerin şiddetine en çok maruz kalan kesim olmuştur. 25 Kasım’ın, diktatörlüğe karşı üç kız kardeşin vahşice öldürülmesi sebebiyle “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edilmesi de bundandır. Bu yüzden, şiddetin her türlüsüne karşı olmak yeterli değil; kadına yönelik şiddet özelinde bir duruş sergilemek gerekir. Bu fiziksel şiddetle sınırlı değil; cinsel, psikolojik, ekonomik ve sözel olmak üzere kadını baskı altına her türlü sinsi şiddeti kapsar. Ataerkil anlayış, kadını aile içinde bir nesne olarak görür ve kocasından şiddet gören kadının, “kutsal” aile uğruna sabretmesini ister. Birçok kadın aile içinde, yakınlık kurduğu erkek tarafından şiddet görürken bu anlayış çok tehlikeli.


Türkiye’de bazı çevrelerin kabul etmek istemediği kadına şiddet ve kadın cinayetleri çok büyük bir sorundu. Ancak, ilk imzacı olunan, meclisten oy birliğiyle geçen İstanbul Sözleşmesi’nden, bir gecede Cumhurbaşkanı kararıyla çark edilmesiyle artık bir utanç olmuştur. Getirilen ucube sistemle, “canı istedi” diye insan haklarına ilişkin uluslararası bir sözleşmeden çıkan, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararlarını tanımayan, gece yarısı temel kanunları değiştiren bir hükümetle karşı karşıyayız. İstanbul Sözleşmesi’den hiçbir somut gerekçe göstermeksizin, yanlış algı yaratıyor diye çıkılmıştır. Bu, uluslararası kamuoyunun kuralsız kanunsuz yönetilen Türkiye imajını güçlendirmiştir. Burada kadınlar olarak şunu anlamamız çok önemli; hükümet nezdinde ailenin “kutsallığı” da, Sözleşmenin yarattığı algı da kadının can güvenliğinden önceliklidir. Bu kabul edilemez! Eşitliği ve özgürlüğü, 90 yıl önce Atatürk’le elde eden biz kadınlar, ataerkil zihniyetin “canı istiyor” diye kazanımlarımızdan vazgeçecek değiliz.

***

AKP’nin uzun yıllardır bilinen kadın karşıtı maskesi, İstanbul Sözleşmesi’yle düştü. Ama kadınlar, maskenin altında, tüm kofluğu ve nadanlığıyla ataerkil zihniyete hizmet eden bu karanlık yüzü kabul etmiyor. Bu sene 345 kadın, erkekler tarafından katledildi. Son 10 yılda 3311 kadın cinayeti var. AKP’nin ataerkil zihniyet destekli yanlış yönetiminin sonucunda artan cinayetler, buzdağının sadece görünen kısmı. Her gün binlerce kadın ve çocuk tedavisi mümkün olmayan şekilde zarar görüyor. Bu yüzden, yıllardır kadın cinayetlerinin politik olduğunu söylüyoruz.

“İstanbul Sözleşmesi’nde ne vardı ki?”, deniliyor. Bir kere, denetim mekanizması vardı. İmzacı ülkelere ilişkin GREVIO raporları, kadına yönelik şiddeti önlemek için ışık tutuyordu. AKP Sözleşme’den çıkarak bu lambaya da püf demiş oldu. Sözleşme ısrarlı takibin, müstakil suç olarak düzenlenmesini öngörüyordu. Ancak, hükümetin uygulama konusunda ayak direttiği 6284 sayılı Kanun’a göre ısrarlı takip hala müstakil bir suç değil. Ayrıca Sözleşme, şiddetin temelini toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayandırır. AKP’nin bu kavramdan tabiri caizse ödü kopuyor. Kadına şiddeti çeşitli bağımlılık sorunlarına indirgemeye çalışıyorlar. Hâlbuki kadına yönelik şiddette bağımlılık sadece bir etken, asla salt sebep değildir. Bu yaranın temelinde, erkek egemen anlayış kaynaklı toplumsal cinsiyet eşitsizliği var.

***

AKP’nin kadın politikası, onu sadece aile içinde konumlandıran, sürekli çocuk doğurup bakmasını telkinleyen söylemlerinde gizli. Kadın kelimesinin telaffuzundan bile, bakanlık isminden cımbızlayacak kadar rahatsızlar. Şimdi de, bir arabuluculuk sevdasına girdiler. Şiddetin arabuluculuğu, “ama”sı, “sen de”si olamaz. Hele hele Türkiye gibi, her gün bir kadının mezara girdiği bir ortamda bu kabul edilemez. Aile arabuluculuğu, “kutsal” aile arkasına saklanarak kadına aba altından sopa göstermeye çalışan anlayışın başka bir yüzüdür. İstanbul Sözleşmesi bu konuda çok nettir. Bu sebeple iktidarımızda, ilk yapacağımız şeylerden biri Sözleşme’ye geri dönmektir.