‘Modern muhafazakarlar’ın, ‘muhafazakar modernite’yi kurdukları bir zamanda olduğumuzu söylemek yanlış olmaz herhalde. Ülkede siyaset etme biçimlerinin tümü bunu anlatıyor.

Modernlik ve muhafazakârlık neredeyse bütün siyasal ve kültürel ayırımları açıklayan kavram setlerinden biridir. Özellikle 19-20. yüzyıllarda inanç alanı başta olmak üzere geleneksel kurum ve ilişkilere modern devletlerin müdahaleleri ve onun yarattığı gerilim bu kavram ve olgularla doğrudan ilgilidir. Ulus devletlerin kuruluşu, aydınlanma, planlama, laiklik, bilim kurumlarının inşası hepsi dinsel/kırsal geleneğe karşı modern tahayyülün parçaları olarak inşa edilmiştir.

Siyaset alanında modernist ve muhafazakar gerilimini biçimlendiren de bu sert ayırımdır. Türkiye’de olduğu gibi modernlik bir tür modernleştirme olarak cereyan ettiği için muhafazakar ve modern gerilimi, herhangi bir batı ülkesinde olduğundan çok daha katı biçimde yaşanmıştır.

Son yıllarda kayyum atamaları nedeniyle yeniden gündem olan belediyelerin kuruluş öyküsü de bu modern(leştirici) tahayyülün bir parçasıdır. Valiler ve kaymakamların belediye başkanı olmaları ile muhafazakarlığa karşı mücadele de dahil modern devletler, yerele de hükmeden katı bir sistem kurabilmişlerdir.

Seçim yapmak yerine valileri veya kaymakamları, belediye başkanı atamak en baştan itibaren Türk modernleşmesinin temel tercihi olmuştur. 1854’te İstanbul Şehremaneti kurulduğunda, Şehremini merkezden atanmıştır. 1910’da kanunda değişiklikle dokuz belediye kurulduğunda yöneticiler yine merkezden atanmıştır. Cumhuriyet’in 1580 Sayılı Belediye Kanunu’nda da (1930) yerel yönetimler yine merkeze katı şekilde bağlı kılınmışlardır. İstanbul ve Ankara’nın belediye öyküsü sürecin açık örnekleridir. Kanun İstanbul’da belediye ve vilayeti birleştirmiş; İstanbul Valisi aynı zamanda belediye reisi olmuştur. Ankara’da vilayetten ayrı belediyenin varlığı kabul edilse de belediye reisinin seçimi İçişleri Bakanına bırakılmıştır. Demokrat Parti döneminde de biçimsel bazı değişikliklere rağmen bu durum devam etmiş; Ankara’da Kemal Aygün ve İstanbul’da F. Kerim Gökay hem vali hem de belediye başkanı olmuşlardır.

Gerçek anlamda halkın belediye başkanını seçmesi ancak 1963 yılında gerçekleşebilmiştir. O yıl yapılan yerel seçimlerde İstanbul ve İzmir’i Adalet Partisi adayı, Ankara’yı ise CHP adayı kazanmıştır. (İstanbul’da eksik işlem nedeniyle Nuri Eroğan’ın adaylığı düşmüş; yerine Haşim İşcan başkan olmuştur.)

Aradan 50 yıldan daha fazla bir zaman geçtikten sonra Türkiye yeniden tek parti dönemindeki yerel yönetim uygulamasına dönmüş görünüyor. Üstelik o zamanki uygulamalardan bile daha radikal biçimde, kayyum atayarak. Kayyum atama düzenlemesinin yapıldığı ve başladığı Eylül 2016’dan bir sonraki yerel seçime kadar 103 belediyeye kayyum atanmıştır. 2019 yılı yerel seçimlerden bu yana ise HDP’nin kazandığı toplam 65 belediyeden 59’una kayyum atanmıştır. Son örnek de Kars Belediyesine, başkan Ayhan Bilgen’in yerine Kars Valisi’nin atanmasıdır. Halk (seçmen) iradesinin tamamen işlevsiz kaldığı bir durumdur bu.

Gelgelelim ulusal sınırların esnediği; yerele dair demokratik kültür ve bilincin geliştiği bugünün küresel dünyasında yerel yönetimler ulus ötesi yerellerle de ilişkilenmiş; uluslararası düzlemde yerel yönetim birliklerinin üyeleri olarak da işlev üstlenmişlerdir. Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Dünya Teşkilatı, Avrupa Kent Konseyi vb. uluslararası kurumlar gibi ve yerel yönetimler demokrasiye dair evrensel bildirgeler de üretilmiştir.

Böylesi bir dünyada modernist tek parti dönemi uygulamalarına dönmek sadece halkın iradesini yok saydığı için değil, ulusal-küresel siyasal, sosyal ve iktisadi dinamikler açısından da kabul edilebilir ve orta-uzun vadede sürdürülebilir değildir.

Başa dönersek, altı çizilmesi gereken, geçmişte tek parti dönemindeki modernist pratiklerin, bu kez radikal bir biçimde ‘modernizm mağduru’ muhafazakârlar eliyle uygulanmasıdır. Herhalde tarih bu süreci, muhafazakârların modernist pratikleri üstlendiği bir tür modern muhafazakârlık dönemi olarak yazacaktır.