Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından bu yana modernlik-muhafazakârlık gerilimini her düzeyde ve keskin bir şekilde deneyimliyor. Bir yandan siyasal-toplumsal hayatı batılı değerlere uygun olarak yeniden kurmaya çalışan modernistler, diğer yandan geleneksel kurumsallaşmaları korumak isteyen muhafazakârlaştırıcıların mücadeleleri on yıllardır devam ediyor. Bu gerilim ülkedeki düşünsel yarılmanın temellerini oluşturur. Dindarlık, sekülerlik, laiklik kavramlarına yüklenen anlamda da tam olarak bu yarılmayla ilgilidir. 1980’li yıllarda küresel eğilimlerin etkisiyle daha da görünür hale gelen bu gerilim, son yirmi yılda muhafazakar inşanın görünürdeki hakimiyeti ile ve daha da keskinleşerek devam ediyor.


Ne var ki aralarındaki keskin ayrışmaya rağmen her iki politik girişimin pek çok ortak yönü bulunuyor. Özellikle metodolojik araçlar, dil, söylem ve inşa edilen/edilmek istenen sistemin formu gibi noktalardan baktığımızda bu iki merkez hem birbirine daha fazla benziyor hem de birbirini besliyor ve üretiyor. Benzerliği mümkün kılan en büyük olgu ise ikisinin de devlet aygıtını kullanmasıdır. Bu durum her iki politik kesimin toplumu modernleştirme ve/veya muhafazakârlaştırma çabalarına güçlü bir imkan sağlıyor.

Geçmişte Cumhuriyetin modernleştirme projesi devlet aygıtını kullanarak muhafazakar hayata müdahale etmiş; inanç kimliğinin görünür olduğu kurum ve yapıları genellikle yasaklamıştı. Halifeliğin ilgasından hemen sonra kurulan Diyanet İşleri Reisliği’nin amacı da aslında dini hayatı devletin kontrolü altında toplamaktı. Dinde reform girişimleri, Şapka Kanunu vb yasal düzenlemeler ve kararlarla, geleneksel kültür içindeki kitleler yeni ve modern hayat tarzına kanalize edilmişti. Bu modernleştirici tahayyülde kontrol dışı dini aktiviteler bile politik bir sorun sayılıyordu ki Ramazan ayında dini faaliyetlerin sıkı bir biçimde denetlenmesi için tamimler yayınlanmıştı.

Özetle Cumhuriyet rejiminin modernleşme arzusu, toplumsal tüm kesimleri bu yola kanalize etmek için devletin müdahaleci uygulamalarıyla birleşince, modernleşme dediğimiz durum aslında tam bir modernleştirmeye dönüşmüştü.

Çok partili hayata geçişle birlikte hükümet olmayı başaran ‘muhafazakârların’ hükümet etme biçimleri zaman içinde bazı değişimler geçirmekle birlikte aslında metodolojik olarak büyük ölçüde modern müdahale biçimlerini takip etmiştir. Modern bir nesil yetiştirmenin karşısına dindar bir nesil yetiştirmek olarak formüle edilebilecek muhafazakar politikanın hedeflerine varma arzusunda kullandığı yöntem ve araçlar neredeyse modern yöntem ve araçlarla aynıdır.
20. yüzyıl biterken küresel eğilimlerin getirdiği imkanlar ve içeride hükümet olabilme başarısı ile birleşince zaman içerisinde muhafazakarlar, kamusal alanın kontrolü için modernlikle yeni bir hesaplaşma düzlemine geçmiştir. Nitekim son yirmi yılda neredeyse tüm devlet kurumlarının Sünni İslam’la referansı olan bir kadro tarafından yönetilmesi mümkün hale gelmiştir.

Sosyolojik olarak bugünkü siyasal süreç tüm toplum kesimlerinin muhafazakârlaştırılması yönünde işliyor. Yine devlet eliyle uygulanan teşvik ve yaptırımlarla ve yine kendi ötekisini sert şekilde inşa ederek. Hatta modernleştirici zamanlardakiyle aynı tonda emredici söylem ve dil kullanılarak. Dolayısıyla bugün Cumhuriyetin modernleştirici politikalarının bir benzeri yaşanmaktadır. Fark modernleştirmenin yerini muhafazakârlaştırmanın almış olmasıdır.

Erken Cumhuriyet’in belki de modernleşme projesinden çok modernleştirme politikaları ve uygulamaları başarısızlığa uğradı. Çünkü toplumsal dinamiklere rağmen ve devlet baskısıyla işletildi. Bugün de muhafazakârlaştırma projeleri hemen hemen aynı yolda yürüyor. Yine toplumsal dinamiklere rağmen ve bu dinamikleri devlet eliyle zorlayarak… Üstelik modernliği deneyimlemiş bugünkü muhafazakârları bile ikna edebilecek bir referanstan yoksun olarak. Bu yüzden muhafazakârlaştırmanın başarısı da sosyolojik olarak olanaksızdır.