Not indirimi bir ülke için neden sakıncalı? Çünkü bazı fonlar statüleri gereği, ancak yatırım yapılabilir kategorisindeki ülkelerin finansal varlıklarını alıyor

Moody’s şokunun ardından

“Bir gece ansızın indirebilirim” mesajı veren Moody’s, 23 Eylül’de Türkiye’nin kredi notunu Baa3’ten Ba1’e çekti. Değerlendirme kararlarının genellikle geç saatlerde açıklanmasının nedeni, borsanın kapanmasını beklemek, piyasalara hafta sonu boyunca yeni durumu hazmetmek için zaman tanımak.

Peki RTE’nin ve hükümet üyelerinin paniğe kapılmasının, birbiri ardına Moody’s’e veryansın etmelerinin nedeni ne? Çünkü bir ülkenin finansal varlıklarının rağbet görebilmesi için, “üç büyükler” diye adlandırılan, “Sand P, Moody’s ve Fitch” in en az ikisinden “yatırım yapılabilir” notu almak gerekiyor. S&P 15 Temmuz’un hemen ardından Türkiye’nin notunu bir çentik indirdi. Söz konusu kuruluş nezdinde zaten geçer not alınamadığı için, bu hamle önemli bir etki yaratmadı. Ardından ağustosta Fitch görünümü “istikrarlıdan” “negatife” çekmekle birlikte, BBB notunu korudu, böylelikle Türkiye yatırım yapılamaz, “çöp” statüsünün bir gıdım üzerinde kalmayı başardı. Ne var ki, üçüncü büyük, Moody’s in not indirimi Türkiye’yi “çöp” kategorisine soktu.

Not indirimi bir ülke için neden sakıncalı? Çünkü bazı emekli, sigorta, hatta yatırım fonları statüleri gereği, ancak “yatırım yapılabilir” kategorisindeki ülkelerin finansal varlıklarını alıyor. Dolayısıyla bu kurumsal yatırımcılar en kısa sürede Türkiye kağıtlarını portföylerinden çıkarmak zorundalar. Bu hamle haliyle döviz kurunun yükselmesine, borsanın inişe geçmesine ve faizlerin fırlamasına yol açabilir. Ayrıca yurtdışından borç bulmak zorlaşır, sağlanan finansmanın da maliyeti yükselir.
Not indirimine nasıl yaklaşılmalı?

Malum not indirimi karşısında ne “Moody’s geç bile kaldı!” yorumuyla göbek atan Hasan Cemal gibi “uzmanların”, ne de “Moody’s ayıp etti!” yakınmasıyla karalar bağlayan Deniz Gökçe türü “yandaşların” safında yer almak anlamlı görünüyor.
Öncelikle, bu derecelendirme kuruluşlarının misyonunun bir ülkeye yatırım yapan uluslararası sermaye kuruluşlarının portföyündeki devlet ve özel sektör tahvillerinin, mevduat sertifikalarının, hisse senetlerinin velhasıl tüm yatırım araçlarının güvenliğini düşündüğü, bir anlamda küresel sermayenin gardiyanı olduğunu hatırlamakta yarar var. Ratingçilerin derdi AKP sözcüleri “artık yatırım yapılabilir ülke payesine eriştik “ diye böbürlenirken de “sermayenin selametiydi ülkenin refahı” değil. Bu nedenle sol bir iktisatçı açısından çok isabetli sayılabilecek hamleler, örneğin bankaların kamulaştırılması veya sermaye kontrolleri getirilmesi de bir not düşüşü getirebilir; muhalefet edeceği ülkenin savaşa sokulması kararı da. Öte yandan herkesi mutlu edecek bir haber, diyelim ciddi döviz kazancı sağlayacak bir doğal gaz yatağının bulunması veya kamucu bir iktisatçıyı mutlu etmeyecek biçimde “sıkı bütçe” gerekçesiyle tarım üreticisine yönelik desteklerin kaldırılması da notu bir kademe yukarı taşıyabilir.

Hatırlanırsa 2003’te ABD’nin Irak işgali öncesi, 1 Mart tezkeresi görüşülürken S&P, red kararı çıkarsa Türkiye’nin notunun indirileceği tehdidini savurmuştu. Bunun doğrudan zorbalık diye nitelendirmek yerine, “ABD ve Avrupa emperyalizmiyle ters düşerseniz buralardan fon akışlarından da umudu kesin” yollu objektif bir değerlendirme olarak görmek de mümkün.
Rating kuruluşlarının 2008 küresel krizindeki rolü çok tartışıldı. Çöken ABD konut piyasasına ilişkin borç enstrumanlarının riskliliği konusunda uyarıda bulunmadıkları, dolayısıyla görevlerini doğru yapmadıkları eleştirisi yöneltildi. Çünkü ratingçiler, geçimlerini o borçlanma kağıtlarını ihraç eden ülke ve şirketlerin kendilerine ödediği komisyonlardan sağlıyorlar. Bir noktaya kadar velinimetlerini darıltmak istemiyorlar. Ne var ki, bu hayırhah tutumun kalıcı hale geldiği yargısının yerleşmesi güvenilirliklerini zedeleyebilir. Nitekim küresel krizde eleştiri oklarının hedefi oldular. Amaçlarına aykırı pratikleri nedeniyle, S&P 1.37 milyar dolar cezaya çarptırıldı, Türkiye’nin kredi notunu indiren Moody’s ise ABD Adalet Bakanlığı’nın soruşturmasına muhatap oldu.

Zaten Üç Büyükler’den herkes şikâyetçi. AB, Amerikan menşeli bu kuruluşların avro krizinin tetiklenmesinde vebali bulunduğunu düşünüyor. Yunanistan’da trajedi Nisan 2010’da S&P’nin ülke kağıtlarını çöp düzeyine indirmesiyle başlamıştı. Ocak 2012’de avro kullanan ülkeler arasında ratingcilerin hışmına uğramayan bir tek Almanya kalmıştı. Brüksel’in kendi derecelendirme kurumlarını yaratma çabaları şu ana kadar sonuç vermedi.

S&P Ağustos 2011’de, “bütçe borç tavanı” tartışmaları nedeniyle kongre çalkalanırken tarihinde ilk kez ABD’nin kredi değerliğini düşürdü. Obama’nın Maliye Bakanı Timothy Geithner’in, “berbat bir karar” tepkisiyle karşılaştı. Aynı kuruluş, 16 Eylül’de Rusya’nın kredi görünümünü ise “negatif’ten istikrarlı’ya” yükseltti. Kısaca rating canavarlarını, emek karşısında sermayeye, kamu karşısında piyasaya öncelik tanıyan, adaletsiz, küresel kapitalist düzen tasarımı içinde değerlendirmekte yarar var. Neoliberalizmi onaylayıp ratingçilere köpürmek de gereksiz; kapitalizmle sorunu olup, sırf AKP’den hoşlanmıyorum diye onların hamlelerinden medet ummak da.

Türkiye’nin asıl sorunu dış borçlar
Gelelim Moody’s’in Türkiye’ye yönelik eleştirilerine. Birinci itiraz, kurumsal yapıların zayıflamasına ilişkin. 15 Temmuz aslında devletin yapısının ne kadar kof olduğunu açık seçik gösterdi. Sonrasında yürütülen “temizlik” hareketi “devletin küçülmesi” etiketiyle pazarlansa da, bürokrasiyi iyice işlemez hale getirdi. Fazla uzağa gitmeye gerek yok; RTE Moody’s’in kararına feveran ederken, “Merkez Bankası FETÖ’cülerden temizlenmeli” talimatı da veriyordu. Kendi ifadenizle terör örgütü diye nitelendirilen bir çetenin mensupları gerçekten ekonominin en kilit kurumunda yuvalanmışsa, kurumsal yapınızın zayıflığına yönelik değerlendirmeye söyleyecek sözünüz olmaz.

moody-s-sokunun-ardindan-189949-1.

Moody’s’teki ikinci kaygı konusu ise, ülkenin dış finansman ihtiyaçlarına ilişkin risklerdeki artışla ilgili. Ekonomik büyümenin hız kesmesi, petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte, Temmuz 2016 itibariyle cari açık 28.9 milyara geriledi. IMF’nin Mart 2016 Türkiye raporundaki projeksiyonlarına göre, 2016’da Türkiye’nin cari açık finansmanı dışında, 174 milyar dolar taze para bulması gerekiyordu. 2017’de ise 165 milyar dolar gerekecek. 2016 başında sıkılaşan küresel likidite koşulları, ABD’nin hızlı bir faiz artırım süreci izlemeyeceğinin anlaşılmasıyla gevşedi. Ama dış borcu 412 milyar dolara, GSMH’nin %58’ine dayanmış, her yıl kaba taslak GSMH’sinin %25’i (tam rakam %23.6) dolaylarında borç yenilemesi yapması gereken bir ülke her an okkanın altına gidebilir. Üstelik 2002’de Wall Street’te “road show” lara katılıp, uluslararası finans alemine göz kırpan RTE, son BM konuşması dahil yerli yersiz yeldeğirmenlerine saldırıyorsa bu olasılık daha da artar.

Temmuz sonu rakamlarıyla yurtdışı yerleşiklerin Türkiye’de 109 milyar dolarlık portföyü bulunuyor. Bu düzey, 2012 sonundaki 158 milyar doların hayli gerisinde. Zaman içerisinde TL’nin değer kaybı ve piyasalardaki çalkantı nedeniyle döviz cinsinden yabancı portföyü geriledi, riskler de göreceli azaldı. Örneğin borsada yabancıların payı %60 civarında, bu da 40 milyar dolara denk geliyor. Borsa endeksinin muhtemel düşüşü ve doların fırlaması bu riski daha da aşağı çeker. Bu nedenlerle ilk emareler bu cephede belirse de, Türkiye’nin yabancı portföyleri kaynaklı bir krize sürüklenmesi olasılığı çok yüksek değil. Asıl kırılganlık, yurtdışı banka kredilerinden, özellikle finansal olmayan şirketlerin dış borçlarından kaynaklanıyor. En son temmuz rakamlarıyla özel sektörün finansal olmayan şirketlerinin uzun vadeli dış borçları 99.4 milyar dolarla 100 milyar dolar sınırına dayanmıştı. Vadenin uzunluğu göreceli bir rahatlama sağlasa da, fırtınanın buradan kopacağı öngörülebilir.

Büyümenin yavaşladığına ilişkin tüm belirtileri de hesaba katarsak, Türkiye ekonomisini çalkantılı bir sonbaharın beklediğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.