Elimizde şöyle bir karakter var: Taşıdığı rozet ve silah sayesinde aşırı özgüvenli, gücün şımarttığı bir New York polisi; müdavimi olduğu soymaya kalkışan gençleri gözünü bile kırpmadan öldüren bir adam.

Elimizde şöyle bir karakter var: Taşıdığı rozet ve silah sayesinde aşırı özgüvenli, gücün şımarttığı bir New York polisi; müdavimi olduğu soymaya kalkışan gençleri gözünü bile kırpmadan öldüren bir adam. Çok tanıdık değil mi? Özellikle ‘70-‘80lerde çekilen sağcı Hollywood polisiyelerinin çoğunda bu tür karakterler görürüz. Hepsinde de karakter uyguladığı ‘infaz’da haklıdır, ortada pişmanlık duymasını gerektirecek hiçbir şey yoktur. Mide bulandırıcı bir ‘dünya jandarmalığı’ metaforu (Kore, Vietnam, Latin Amerika vd), en bıktırıcısından bir ‘vahşi batı’ mantığı, “Sen yeter ki haşin ol kovboy, gerisi kolay!” mottosu...

Ama neyse ki Amerikan polisiye edebiyatında Lawrence Block gibi ustalar da var, böylece Matthew Scudder tarzı karakterlerle karşılaşabiliyoruz; barı soymaya kalkışan gençlerin yanı sıra kazara küçük bir kızı da öldüren, bunun üzerine emekli olup silahını dolaba kaldıran, arada ufak tefek dedektiflik işleri yapan hüzünlü bir polis eskisi. Scudder sağlam eleştirel mizah anlayışı sayesinde fırsat buldukça kendi durduğu yeri vurgular: “Akşama doğru Times Meydanı’nda bir sinemaya girdim. Art arda iki Clint Eastwood filmi gösteriyorlardı. İkisinde de kötü adamları vurarak işleri yoluna koyan muzip polisi oynuyordu. Görünüşe göre izleyicilerin hemen hepsi, vurduğu türden adamlara benziyordu.

Birisini her uçuruşunda hepsi çılgınca tezahürat yapıyordu.” (Ölmenin Sekiz Milyon Yolu, Çev: Yelda Soykan, Oğlak, 1998)

Ama Scudder maceralarının en güzel yanı, çokkültürlülüğün sürekli tehlike kaynağı olarak sunulduğu zenofobik bir anlatı dünyasında ABD’nin kozmopolit yapısını örneğine az rastlanır bir canlılıkla görünür kılmasıdır. Sıkı bir New Yorker olan Scudder çokkültürlülükten beslenir; tiyatroda Brecht’in Cesaret Ana’sını izler, Çin yemeği yer, Koreli manavdan alışveriş yapar, Lübnan kahvesi içer, arkadaşıyla Hint lokantasında buluşur, Asya Derneği’nde düzenlenen Tac Mahal sergisini gezer vs. Örneğin serinin bence en keyifli kitabı olan Mezartaşları Arasında Gezinti‘de Scudder’la uyuşturucu satıcısı Kenan arasında, Kenan’ın Arap kökenine dair şöyle bir sohbet geçer: “’İncil döneminde yaşamışlar, değil mi? Tüccar ve kâşif, bunun gibi bir şey mi?’ / ‘Doğru öğrenmişsin. Büyük denizciler, Afrika’nın çevresini gezmişler, İspanya’yı sömürgeleştirmişler, muhtemelen İngiltere’ye kadar gitmişler. Kuzey Afrika’da Kartaca’yı kurmuşlar, İngiltere’de kazılarak çıkarılan çok sayıda Kartaca parası vardır. Polaris’i yani Kuzey Yıldızı’nı ilk keşfedenlerdi. Yani hep aynı noktada durduğunu ve denizcilik için kullanılabileceğini keşfettiklerini söylemek istiyorum. Yunan alfabesinin temelini oluşturan bir alfabe geliştirdiler.’” (Çev: Şen Süer Kaya, Oğlak, 1999)

Dünyası bu kadar zengin bir karakterin sinemaya aktarılması, hâkim ideoloji nedeniyle neredeyse imkânsız tabii... Gerçi sistem dışı karakterler konusunda ustalığıyla bilinen Hal Ashby 1986’da bir Scudder filmi yaptı (8 Million Ways to Die/Ölmenin Sekiz Milyon Yolu) ama sonuç tam bir fiyaskoydu; romanın eleştirel mizahından nasibini alamamış bir senaryo (Oliver Stone sağ olsun!) sayesinde ortaya çokkültürlü toplumsal yapıyla hiç işi olmayan, Reagan dönemine fazlasıyla yakışan bir ‘loser’ polis karakteri çıkmıştı.

Neyse ki 2014’ün bol biber gazlı/coplu dünyasında Scudder yeniden belirdi ve Mezartaşları Arasında Bir Gezinti’den uyarlanan A Walk Among the Tombstones/Kanunun Ötesinde en iyi –şimdilik- Scudder filmi olarak kayıtlara geçti. Gerçi Kenan’ın ismi Kenny olmuş ve Araplığından da hiç söz edilmiyor ama mesela Rus mafyoz Yuri konusunda pek sıkıntı yok –filmdeki Yuri’nin romandakine fiziksel olarak benzememesi hariç...

Mesele sadece Rus mafyası ve çokkültürlülük değil tabii, ama bunlar filmin ideolojik duruşu açısından önemli göstergeler. Bu yüzden, örneğin önümüzdeki hafta gösterime girecek John Wick rezaletiyle kıyaslayacak olursak, A Walk Among the Tombstones sadece sinematografik açıdan değil insani açıdan da iyi bir anlatı; şöyle satırlar barındıran iyi bir kitaptan yapılmış iyi bir film: “Yuri, bir zamanlar ne kadar Kiev ya da Odessa sokaklarına aittiyse şimdi de buralara ait görünüyordu. İri yarı bir adamdı, geniş bir göğsü, Sosyalist Gerçekçilik günlerinden kalma duvar resimlerinden birindeki ideal işçiye modellik yapabilecek bir yüzü vardı.“ (Mezartaşları Arasında Bir Gezinti’den)

John Wick’e gelince... Türkiye’nin bile Malkoçoğlu, Kara Murat gibi saçmalıklardan uzaklaştığı bir çağda yapıldığına inanmanın güç olduğu bu sığlık ve çiğlik abidesine önümüzdeki hafta bakacağız, “Hay bakmaz olaydık!” diyerek...