MR’la buluşma

Meriç Kırmızı

6 Ekim 2019 sıradan bir Pazar olabilirdi. Biraz geç uyanması dışında her şey olağan başlamıştı. O gün doğum günüydü, ama dünya için bu elbette pek önemsiz bir konuydu. Akşam bir süredir kaygıyla beklediği bir MR’a girmesi gerekecekti. Bütün bunlar dışında normal ve sıkıcı bir Pazar günüydü işte. Yaşamı boyunca doğum günlerini geçiştirmişti, kendi doğum gününü insanlara kutlatmayı kendine yakıştıramamıştı. Oysa şimdi geç 30’lu yaşlarında doğum gününü yeniden kutlamaya başlamak için bir istek gelmişti ona. İnsanları doğum günü ya da başka herhangi bir bahaneyle mutlu etmekte bir sakınca göremediği için ya da yaşlandıkça her gelen yaşını daha bir coşkuyla karşılama gereksinimi duyduğu için belki... Doğumu değil de neyi kutsayacaktık, ölümü mü?

MR için evde çokça heyecanlanmamak için kendisini öğlen bastırmış ve dinmiş yağmurun ardından dışarı attı. Yaklaşan kış kendini duyumsatmaya başlamıştı. Kapalı mekânların düşüncelerle, insanlarla örülmüş bunaltıcı havasından sonra yüzüne çarpan soğuk hava ona her zaman iyi gelirdi. Sabah uyanınca ilk işi yaz kış demeden kendine bir iş uydurup, balkona çıkmak olurdu. Deniz kıyısında yalnızca kahveye odaklanmalarını beğendiği bir kahvede kendine gazetelerine gömülebileceği bir köşe bulmuştu ki yanına bir grup doğum günü çocuğu geldi oturdu. Çocukları severdi, ama aklını Korkut Boratav’ın emperyalizmle ilgili düşüncelerine ya da Barselona’nın kent yönetimi anlayışıyla ilgili yazı dizisine vermek istediğinde değil. Kendine başka bir masa buldu. Görmek ve görülmek için kahveye giden ki kahve mekânının amacına uygun bir istek, pazar öğleden sonrası kalabalığı artıp, onu çevreden kuşattıkça sandalyesinin konumunu ayarlayıp, özel alanını korumaya çalıştı.

Gazetelerini bitirip, gri gökyüzünün ve gri dalgalı denizin ufuk çizgisinde buluştuğu bir görünüm sunan sokağa çıktı. Yağmur başlamıştı, şemsiyesini açtı, eve doğru yürümeye başladı. Beş dakika yürümüştü ki yağmur hızlandı, eve kadar yürümeyi gözü kesmedi. MR öncesi ıslanıp, üşütmek de istemedi. Önüne ilk çıkan zincir kahveye sığındı. Orası da tıklım tıkıştı, ama en geride tuvaletlerin yanında milletin burun kıvırdığı, okumak isteyen biri içinse ideal olan boş bir masa bulabildi. Otuz dokuzuncu doğum günü istediği gibi geçmiyordu, dışarıyı sular seller götürüyordu, ama o burada sığınağında yanında Erich Kästner’in “Bok Yoluna Gitmek” kitabı ve hep keyifle okuduğu gazetenin Pazar Yazıları’yla güvendeydi. MR öncesi moralini bozmayacaktı.

Arkadaşlarının desteğiyle hafta sonu ve taksi ulaşımı sınırlı kentte hastaneye zamanında yetişti. MR’ı görünce ilk rahatlamayı yaşadı, beklediğinden daha geniş ve arkası da delik bir aygıttı. Bu buluşmayı beklerken gözünde canlandırdığı, düşlerine bile giren tabuttan farklıydı. Ondan sonra her güç iş karşısındaki direngen tutumunu takındı ve bilimle sonuna dek işbirliği yaptı. Koca makinenin kaldırım yapım çalışmalarında kullanılan beton delicininkini andıran seslerine katlanabilmek için, bir gece önce operada dinlediği ve aklına çoktan takılmış olan Beethoven’ın 7. Senfonisi’nin Allegretto’sunu içinden kendine çaldı durdu. Öyle ki bir yakını senfonik bir MR sonucu beklemesi gerektiğini söyleyerek ona sonradan takılacaktı.

Makinenin içindeyken, gerçek yaşamda canını sıkan bütün olaylara karşın yaşamın Beethoven’ın 7. Senfonisi gibi şeyler nedeniyle yaşanılası ve kutlanması gereken bir şey olduğunu düşündü; insanoğluna karşı olumsuz duygularının MR sonucuna yansımayacağını umdu. Bu düşüncelerini komik bulunca başını oynatmasından çekindiği için gülmesini tuttu. Makine Yaşamın Ritmi filmindeki gibi kendi kakafonik müziğini sürdürürken, o sonuna dek içinden allegrettoyu çalmayı başardı. Bütün bu garip alet edevatıyla insanları yaşatmayı kendine ilke edinen laik tıp bilimine bir kez daha içten saygılarını sundu.