Bir yerde iskân edilmek için, her şeyden önce bir başka yerden edilmek/olmak gerekir. Bu durum hem bu memlekette iskân edilenler hem de buradan çıkıp başka memleketlerde yerleşenler için geçerlidir. Dolayısıyla ‘yerinden edilmek’ bu coğrafyaya gelen ve giden kimlik ve kültür gruplarının ortak öyküsüdür.

Mübadeleler, göçmenler iskân ve kültür coğrafyası

Türkiye’nin nüfusundan söz ettiğimiz her durumda hemen hemen aynı kavramları arka arkaya sıralarız: muhacirler, mübadiller, sığınmacılar, mülteciler, düzensiz göçmenler vb. ya da onları kimliklere dökersek; Boşnaklar, Pomaklar, Çerkesler, Arnavutlar, Kürtler, Rumlar vb. Bu kavramlar, memleketin iskân ve kültür coğrafyasının sınırlarını tanımlar. Neredeyse herkes bu çeşitliliğin bir ‘zenginlik’ olduğunda hemfikir gibi ama politik tutumların konusu olduğunda bunun bir ‘zenginlik’ olduğu çabuk unutulur. En azından deneyimlerin böyle bir duruma işaret ettiğini söylemek mümkündür.

Bu iskân ve kültür coğrafyası örtük olarak, her bir kültür ve kimliğin bir şekilde ‘yerinden edilme/olma’ deneyiminden geçtiğini gösterir. Yani bir yerde iskân edilmek için, her şeyden önce bir başka yerden edilmek/olmak gerekir. Bu durum hem bu memlekette iskân edilenler hem de buradan çıkıp başka memleketlerde yerleşenler için geçerlidir. Dolayısıyla ‘yerinden edilmek’ bu coğrafyaya gelen ve giden kimlik gruplarının ortak öyküsüdür.

Türkiye bu mirası tamamıyla değil belki ama büyük ölçüde Osmanlıdan devralmıştır. Başka bir deyişle iskân ve kültür coğrafyası daha çok Osmanlı modernleşmesinin bıraktığı bir mirastır. Resmi tarihin ifadesiyle Osmanlı’nın ‘gerileme dönemi’ deneyiminin neticesidir. İmparatorluk, dışarıda toprak kaybedip parçalandıkça Müslüman/Türk nüfus, ülkenin sınırlarına ve içlerine doğru iskân edilmiştir. Böylece bu coğrafyanın her bir şehrine ve şehirlerin de ilçelerine farklı nüfus grupları gelmiş, getirilmiş, iskân edilmişlerdir. Aynı şekilde bu coğrafyanın başka bazı kültürleri de yerlerinden edilmiştir.

Kuşkusuz bütün bu iskân deneyimlerinin dayandı(rıldı)ğı bir hukuk ve ona dayalı olarak inşa edilen kurumsallaşmalar vardır. Devlet(ler) eliyle gerçekleştirilen iskân hadiselerinin öyküsü bu ‘hukuk’ ve kurumsallaşmalar üzerinden de okunabilir. Aslında modern Türkiye’nin iskân hukuku ve kurumsallaşması da büyük ölçüde Osmanlıdan kalan bir mirastır.

mubadeleler-gocmenler-iskan-ve-kultur-cografyasi-882799-1.
Birinci Dünya Savaşı sırasında yüz binlerce Ermeni tehcire zorlanmıştı.

İSKÂN DENEYİMLERİ VE HUKUKUNUN İNŞASI

Bu bağlamda Osmanlı son döneminin ikisi dışarıdan içeriye, ikisi de içeride olmak üzere dört önemli iskân olgusundan söz edebiliriz. Birincisi, hemen öncesindeki Kırımlıları da kapsayan ama esas olarak büyük Çerkes göçünde anlam bulan Kafkasya halklarının iskânıdır. İkincisi, Balkan savaşlarını izleyen süreçte Bulgaristan’la 1912’de yapılan ilk mübadeleyi içeren Balkan göçmenlerinin iskânıdır. Üçüncüsü, Kürt aşiretlerinin doğudan Orta Anadolu’ya iskânıdır. Dördüncüsü ise bir yerinden etme ve iskân olgusundan daha fazla boyutları olan Ermenilerin “tehcir”idir. Anadolu’da Rumların yerlerinden edilmesi ve büyük bir kısmının ülke dışına çıkarılması ile Yunanistan’daki Müslümanların Türkiye’de iskânını içeren ikinci ‘mübadele’ ise Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu döneme denk gelir. Dolayısıyla hem geçmişle ilgili bir boyutu var, hem de yeni rejimin niteliğine işaret eden bir deneyimdir.

Dışarıdan içeriye ilk büyük göçlerin iki örneğinden ilki Kırım, diğeri de Çerkes göçü olmuştur. Kırım’ın Osmanlı yönetiminden ayrılması üzerine, dışarıda kalan nüfus içeriye göç etmeye başladığında iskân işlerinden kadılar sorumlu idi. Bununla birlikte büyük Çerkes göçü iskân işinin yeni bir çerçevede ele alınmasını gerektirmişti. Zira iskân işleri yerelden çok devletin merkezi bir işi olarak ele alınmayı gerektirecek şekilde büyüyordu. Bu çerçevede ilk olarak 5 Mayıs 1860’ta merkezi İstanbul’da bir Muhacirun Komisyonu kurulmuştu. 1877-78 savaşından sonra bu kez daha geniş yetki alanı olan İskân-ı Muhacirin Komisyonu oluşturulmuştu. Daha sonra tüm vilayetlerde birer İskân-ı Muhacirin Müdürlüğü” kurularak, bu müdürlükler İstanbul’da kurulan İskân-ı Umumiye Müdürlüğüne bağlanmıştı. Bu kurumlar aracılığıyla 1870-1900 yılları arasında en az bir milyon kişi Anadolu’da iskân edilmişti.

Osmanlı’da iskân edilen nüfus sadece Kafkasya’dan değil, Balkanlar’dan da geliyordu. Nitekim Avrupa devletlerinin baskısı sonucu 1882-1900 yıları arasında 120 bin Boşnak Osmanlı topraklarına göç etmiş ve bunlar İstanbul’da Üsküdar ve Beykoz’a, Rumeli’de Üsküp, İşkodra ve Anadolu’da ise Ankara ve Bursa çevresine yerleştirilmişlerdi.

Bulgaristan ve Yunanistan’ın bağımsız devletler olarak kuruluşu, Osmanlıdaki iskan süreçlerini oldukça hızlandırmıştı. Rumların ve Bulgarların, bu topraklardan gitmesi teşvik edilirken, Türk ve Müslüman nüfusun, onların yerlerine yerleştirilmesi yönündeki politika hızla uygulanıyordu. Mesela 1914’e gelindiğinde sadece Edirne vilayetinden 86 bin 699 Rum ve Bulgar göçmen gitmiş ve onların yerine yine dışarıdan gelen 54 bin 116 Türk/Müslüman nüfus yerleştirilmişti.

Bu iskân politikası, gelen nüfusun yerleştirilme yer ve özelliklerine bağlı olarak şehirlerin demografik yapısını ciddi biçimde değiştiriyordu. Mesela Bursa’da 1831’de yüzde 34,69, 1876’da ise yüzde 36,08’e kadar çıkan Gayri Müslim nüfusa karşılık devlet, 93 Harbi göçmenlerini genelde Bursa’ya yerleştirince 1906’da Bursa’da Gayri Müslim nüfusun oranı yüzde 21,77’ye düşmüştü.

İSKÂN POLİTİKASINDA KİMLİKSEL ‘HASSASİYET’

Osmanlı Devleti gerek Kafkasya’dan ve gerekse Balkanlar’dan gelen nüfusun iskânında ince ‘etnik’ hassasiyetleri de dikkate almıştı. Mesela Çerkes göçmenler devletin o günkü sınırlarına toplu olarak yerleştirilmiş ama Anadolu içlerine dağıtılarak iskân edilmişlerdi. Böylece hem Çerkeslerin bir arada olmaları önlenmiş hem de sınır boylarında bir arada olmalarının koruyucu gücünden istifade edilmesi öngörülmüştü. Bu politikanın sonucudur ki bugün oldukça geniş bir coğrafyada Çerkes gruplarını (Adıgeler, Abhazlar) görmek mümkündür.

Aynı şekilde Balkanlardan gelen Arnavut ve Boşnak nüfus grupları da toplu halde değil, dağıtılarak ve Anadolu’nun içlerine doğru iskân edilmişlerdi. Bu politikanın özellikle isyankâr oldukları düşünülen Arnavutlara karşı bir tür tedbir olduğu hususu dönemin arşivlerinde de yer almıştı. Benzer politika aynı keskinlikte ve ölçüde olmasa bile Boşnakların yerleştirilmesinde de kendini göstermişti. Bu nüfus grubunun da mümkün olduğu ölçüde iç bölgelere dağıtılması yönünde merkezden gönderilen yazılar arşivlere girmişti. Bu politikaların bir neticesidir ki bugün Türkiye’nin onlarca ilinde hem Arnavut hem de Boşnak aileler/topluluklar olduğunu görmek adeta olağandır.

Bu ince politikanın bir parçası olarak Rumeli’den gelen göçmenler içerisinde yer alan Türkler, özellikle İzmir, Edirne, Adana gibi vilayetlere yerleştirilmişlerdi. Bu tercih de Müslüman toplulukların kendi içinde daha stratejik iskân hesapları olduğuna işaret etmektedir.

Osmanlı’da Çingenelere yönelik iskân siyaseti de bu ince politik tercihin izlerini taşıyordu. Mesela Balkanlar’da yerlerinden edilen ve Osmanlı topraklarına gelmeye çalışan Çingenelerden Müslüman olanlar kabul edilmiş, olmayanların girişi yasaklanmıştı. 1917’de Sırbistan’dan gelen göçmenlerden Türk olanların kabulü, Çingene olanların geri gönderilmesi, hatta daha önce kabul edilenlerin de geri gönderilmesi yönünde Edirne vilayetine merkezden talimatlar verilmiş olması ilginçtir.

OSMANLI’DA AŞİRETLERİN İSKÂNI

Osmanlı coğrafyasında aşiretlerin iskânı görece daha eski bir deneyim olarak karşımıza çıkar. Burada ekonomik, güvenlik, etnik vb. pek çok faktör iç içe geçmiştir. Dolayısıyla aşiretlerin iskânı, ödül ve cezanın bir arada işlediği çok ince bir politikanın konusu olmuştu. II. Mahmut devrinde, aşiret mensuplarından isteyenlerin, kefil göstermek koşuluyla başka yerlere gitmeleri konusunda aşiret reislerine yetki verilmiş; 1842’de aşiretlerle ilgili bir kararname çıkarılmıştı. Aşiretlerin toprağa bağlanmasını bir ölçüde sağlamak amacıyla 1858 yılında çıkarılan “Arazi Kanunnamesi” de aslında bu politikanın devamına katkıda bulunmuştur.

1865’te konar-göçer aşiretlere yönelik bir af çıkarılmış ve o zamana kadar iskân edilemeyen Doğu ve Güneydoğu’daki aşiretlerin iskânı önemli bir iş olarak ele alınmıştı. Bunun için “Fırka-i İslahiye” adında bir komisyon oluşturulmuş; aşiretleri ikna ederek ve istedikleri yerlere iskân edilmelerini sağlama görevi verilmiştir. Dönemin genel siyasası içinde aşiretlerin iskânı o kadar ciddi bir siyasal çalışmaydı ki ikna olmayanlara zor kullanmak da öngörülmüştü. Sonuç olarak Fırka-i İslahiye gerek ikna, gerekse zorlama yoluyla 26 kadar aşiretin iskânını sağlamıştı.

1913 yılında bu politika daha üst bir aşamaya evrilerek, sistemin tercihine göre aşiretlerin iskân işine temel olacak İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi çıkarılmıştı. Bu düzenleme çerçevesinde 9 Mart 1915 tarihinde Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi kurulmuş; başına da tek parti dönemi iskân işlerinin mimarı olarak kabul edilen Şükrü Kaya getirilmişti. Çeşitli şubeleri olan bu müdüriyet hem aşiretlerin hem de dışarıdan gelen göçmenlerin işlerini birlikte yürütecekti.

Bu düzenlemeden hemen sonra sistem Ermenilerin iskânını gündemine almış görünüyordu. Dönemin Bakanlar Kurulu 27.05.1915 tarihinde kısaca “Tehcir Kanunu” ya da “Sevk ve İskân Kanunu” olarak bilinen “Vakti Seferde İcraatı Hükümete Karşı Gelenler İçin Ciheti Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun Muvakkat” adıyla çıkarılan geçici bir yasa ile Ermenileri Urfa ve Diyarbakır’ın güneyi ve Fırat Vadisi ve Suriye’ye nakledilmeleri öngörülmüştü. Yüz binlerce Ermeni bu şekilde yerlerinden çıkarılmışlardı.

Böylece aşiretlerin bir kısmı giderek Anadolu coğrafyasının çeşitli bölgelerine dağıtılacak; Ermenilerden boşalan köylere de bazı aşiretler ve Karadeniz’den ve Balkanlar’dan getirilen Müslüman nüfus iskân edilecekti. Bu nüfus mühendisliği politikası, memleket coğrafyasında bazı grupları toplamayı, bazılarını da dağıtmayı esas almıştı. Osmanlı’nın bu politika ve pratiği de Cumhuriyet’e devredecek ve devam edecekti.

KAYBOLAN RENKLERİN COĞRAFYASI

Burada sadece Osmanlı dönemi iskân politikalarına baktığımız bütün bu deneyimler, Anadolu toplumsal coğrafyasının bugünkü görünümünde sistematik iskân politikalarının belirleyici bir rol oynadığını göstermektedir. Bu politikanın sonucu olarak bu coğrafyanın kadim kültürlerinin bir kısmı yok edilecek kadar tasfiye edilmiş ve esas olarak Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan gelen kültür ve kimlikler coğrafyanın kalıcı renkleri haline gelmiştir. Bütün kadim ve göçle gelen kültürler, söz konusu iskân politikalarının sonucu olarak bir arada yaşadıkları gibi ülkenin her bir yanına dağılmış olarak da varlığını sürdürmektedirler. Nitekim bunun etki ve yansımalarını, nüfus sayımlarındaki anadil sorusu üzerinden takip edebiliyoruz.

Modernleşme sürecinde ortaya çıkan/inşa edilen iskân politikaları bu kültür ve kimliklerin her birinin öykülerinde belirleyici izler bırakmıştır. Mesela her birinin öykülerinde ‘yerinden edilme’ ve dolayısıyla memleket aidiyeti baskın bir yer oluşturmaktadır. Her birinin kendi dil ve geleneği ile müdahale ile kesilen bağların yarattığı gerilimler izlenebilmektedir. Her biri yeni vatan ya da anavatanlarında kendisi olarak yaşama ve kökleriyle temas kurma yönünde pratikler geliştirmektedir.

Bu memleketin nüfusu bütün bu kimlik/kültür gruplarının toplamından oluşmaktadır. Geçmişin iskân pratikleri ve onun ardında yatan nüfus ve etnisite politikaları pek çok kimlik ve kültür için hatta hepsi için dramatik sonuçlar üretmiştir. Dolayısıyla bahse konu politikaların bugün de tekrar edilmesi değil, kapsamlı bir muhasebeye konu edilmesi gerekir. Bu hem Türkiye’nin tüm kültür/kimlik gruplarının hem de ve bilakis çok daha net biçimde toplumu yönetenlerin dikkate almaları gereken bir durumdur. Bugün artık söz konusu kimlik/kültür gruplarını yok saymak veya görünmez kılmak biçimindeki bir ‘eşitlikçi’ yaklaşım kabul göremez. Kimlik ve kültürler arasında hiyerarşi oluşturan modernist söylem ve politika da kabul göremez. Sosyolojik analiz olarak söylemek gerekirse bu politika ve pratiklerle köklü yüzleşme çabaları küresel dünyada da, her bir sistemin kendi içinde de barış ortamının asgari koşulu olarak görünmektedir.

Not: Bu yazıda Fuat Dündar, Serhat Bozkurt, Rohat Alakom ve Yıldırım Ağanoğlu’nun çalışmalarından yararlanılmıştır.