Aslında… adlı kitapta ulusal gazetelerin muhabirlerinden tutun blog yazarlarına, sinema öğrencilerine kadar Ercan Kesal ile yapılmış söyleşilere yer veriliyor. Aslında… mülakatı yapanlara olduğu kadar okurlara da iyi gelecek

Muhabbetiyle iyileştiren hekimden...

ÇAĞDAŞ YUSUF AKBULUT

Ercan Kesal hakkında söze başlarken bir âdet olarak onun hekim, oyuncu, senarist, öykü ve köşe yazarı gibi farklı niteliklerine değinilir. Öyledir de! Üstelik bir dönem için Beyoğlu’nda belediye reisliğine namzet olmuş, mahallede yoksulun yetimin barınma ve sağlık hakkının peşine düşmüş, sosyal antropolojide doktorasını tahsil etmekte çok yönlü bir kimlik… Anadolu’nun bağrı diye tabir edilen bir coğrafyadan edindiği yaşam deneyimlerini, katıldığı eş dost muhabbetlerini de heybesinde taşıyor, Ercan Kesal. “Belleğin” diyor, “kendine ait bir iradesi mi var, ben istemesem de çıkıp geliyor?” Hastaneden bir dizi setine geçerken arabasının teybine taktığı kasetin bir yüzü İbrahim Maalouf ise ‘B’ yüzü de Çekiç Ali yahut Hacı Taşan bu nedenle. İnsanlığın ortak duygularını, memleket bağlamında mesele etmiş ve zihninde taşıdığı dertlerin istikametinde her nereden bir ‘cılga’ yol bulduysa oradan yürümüş, Kızılırmak gibi nerede bir çatlak varsa oraya sızarak Anadolu’nun orta yerini tavaf etmiş. Sonrasında ise marifetinin iltifata tâbi olacağı günlere gelip belleğindeki hikâyeleri bize her nasılsa anlatmayı tercih etmiş.

Yine de burada bana tuhaf gelen bir şey var: İster hekim kimliğiyle karşımıza çıksın, ister art house filmlerde ya da dizilerde oyuncu, öykücü vesair, san hep yine aynı Ercan Kesal’a rastlıyoruz. Bu kimlik etrafında, Yozgat Blues filminde Yavuz karakterinin Yozgat’ta Fransızca şarkılar söylemesiyle, Cannes Film Festivali’nde Fransız entelektüellerinin Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izlerken Neşet Ertaş’tan ‘Allı Turnam’ı dinlemesi ilginç bir kontrast oluşturarak bir araya geliyor. Kendisinin, Ben O Değilim filmindeki hastane bulaşıkçısını oynamak için giydiği müstahdem kıyafetiyle Okmeydanı’ndaki hastanenin yönetim kurulu toplantılara girmesi de öyle! Yaşamı bir o yandan bir de bu yandan kuşatıyor, Ercan Kesal ve böylece başına gelenler hep katkıda bulunduğu filmlere veya öyküsüne, romanına konu olabiliyor.

Bir yönüyle Keskin’de, Yirik Yaşar’ın meyhanesinde Seyit Çevik ile efkârlanan, bir yönüyleyse yüksek kültür olarak kabul gören ve sadece elitlerin ilgilerini celbeden düşünce ve sanat faaliyetleriyle meşgul olan bir okuryazarla sık karşılaştığımızı sanmıyorum. Böylelikle iki büyük kültür geleneği de Ercan Kesal kimliğinde sanki tecessüm ediyor. Bana kalırsa edindiği bu ara konum, samimi meselelerinin karşılık bulmasına neden olacak bir hissiyat yaratıyor paydaşı olan insanlarda. Çünkü pek görünür olmasa da bu konumun Türkiye’de son derece sahih bir karşılığı var. Bu noktada, taşrayı ve taşranın hikâyelerini sinematografik ya da edebi bir fon olmaktan kurtaran da bu ara konum değil mi?

Bir Ercan Kesal çeşitlemesi var ki, yapıp etmelerinin kalıbını almak, işlerini kullanma kılavuzlarına uygun yürütmek yerine ya kendisi için yontuyor ya da işlerine ruhundan bir şeyler üflüyor. O solukta Avanos, Teksas Tommiks, gazoz, Metin Erksan, İzmir, Ahmet Erhan, Ankara, direniş, Keskin, bozlak, Latince ismini bilmediğim insan kemikleri, Okmeydanı, göç, kentsel dönüşüm, Çehov, Tarkovski, film festivalleri, Galeano, ülkenin gayri resmî tarihini belgeleyen fotoğraf kareleri ve bellek… Bu uzayıp giden anahtar kelimeler, Ercan Kesal’ın Türkiye’yi yatırdığı otopsi masasında kullandığı alet ve edevatlar. Pekiyi nasıl kuşatıyor bunca meseleyi, derseniz, işte sırrı İletişim Yayınları’ndan çıkan Aslında… adlı derleme mülakat kitabında!

Doğrusunu söylemek gerekirse bir insanın kişisel tarihini bu denli senaryoya, öyküye, romana ve söyleşilere dökerek kitaplaştırması, sıkı bir olumsuz eleştiriyi hak etmiyor değil. Ancak konu Ercan Kesal olup bu anlatılarda ve sohbetlerde kendi yaşamlarımıza dair ortak duyarlıkları keşfettiğimizde dilimizin ucuna gelen eleştirileri bir bir geri çekmek durumunda kalıyoruz. “Bize ne artık canım senin hikâyelerinden!” diyecek yerde “Aslında… Keskin’in mesela Kayalaksolaklısı Köyü’nün bir çeşmesinin başında iki duble rakı içmek vardı şimdi” diye düşünebiliyoruz.

Aslında… adlı kitapta ulusal gazetelerin muhabirlerinden tutun blog yazarlarına, sinema öğrencilerine kadar Ercan Kesal ile yapılmış söyleşilere yer veriliyor. Anlaşılan o ki, son yıllarda yapılan söyleşiler seçilerek ‘Hayat ve Sanat’, ‘Edebiyat’ ve ‘Sinema’ bağlamları etrafında bir araya getirilmiş. Bu noktada şu soru akla geliyor: Nedir birbirinden farklı sâiklerle yola çıkıp Ercan Kesal ile bunca röportaj yapma talebinin nedeni? Burada elbet yazının başında sözünü ettiğimiz üzere Ercan Kesal’ın oyuncu olarak görünür olması ve farklı alanlar üzerinde düşünüp meseleleri kuşatması bir etken. Fakat bunun bir nedeni de Ercan Kesal ile muhabbetin en yalın ifadesiyle insana iyi gelmesi olsa gerek. Bu nedenle Aslında… mülakatı yapanlara olduğu kadar okurlara da iyi gelecek. Ercan Kesal, söyleşilerinde iyileştirici tesirler için ‘terapötik’ ifadesini kullanıyor ya da Federico García Lorca’dan aldığı bir kavramla duende… “Hiçbir zaman kapanmayacak olan yaralarımızın iyileşirken ruhumuzdan çıkardığı eşsiz yetenek”, diye tanımlıyor duende’yi. Umalım ki Aslında…’nın okurları da kitabın satırları arasındaki hatıralardan ve fikirlerden ruhlarında titreşimler bulup kendi duende’lerini yaratır ve böylece ülkenin netameli atmosferiyle incinen yaralarına birer parmak merhem çalarlar.

muhabbetiyle-iyilestiren-hekimden-378190-1.