Ahlak tartışmasında Sokrates’i anmamak olmaz. Sokrates kendisini ölüme mahkûm edenlerin kararının yanlış olduğunu biliyordu

Ahlak tartışmasında Sokrates’i anmamak olmaz. Sokrates kendisini ölüme mahkûm edenlerin kararının yanlış olduğunu biliyordu. Kaçabilirdi ya da başka bir yolla kurtulabilirdi. Ama sahip olduğu ahlak anlayışı bunu engelledi. Çünkü, tersi erdemsizlik olurdu. Ayrıca, bilgiye verdiği onca değer ile birlikte, yasalara da değer veriyor ve saygı duyuyordu. Muhalif görüşleri ve sert eleştirileri ile iktidarı rahatsız etmişti, gençlerin ahlakını bozmuştu. Yine de “kurulu düzen” önemliydi onun için. Ve ölümü seçti.

Bedia Akarsu, her ahlakın despot olduğunu söylemiştir. “Ahlaktaki her doğrultu yüksek bir yaşama amacını dile getirir. Ama her birikendi amacını en üstün görür, başkalarının da aynı savda olduklarını bilmezlikten gelir… Başkalarını kendi itaati alına almak, hatta onları yok etmek ister, bu bakımdan her ahlak despottur” (Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri, Remzi K.)

Ahlakın belirtilen despotluğu, muhafazakâr-mukaddesatçı ahlak anlayışlarında ölümcül sonuçlar doğurur. Bizim toplumumuzdaki örneklerini sıralamaya gerek yok. Ancak günümüz özelinde, geçen hafta da belirttiğimiz gibi, muhafazakâr bir ahlaksızlık hızla artmakta. Burada ahlak/moral fenomeni ile birlikte etik ve etikleri de yargımızın kapsamına aldığımızı belirtelim.

Yine, anonimleşmiş siyasal ahlaksızlığın normalleşmesi bir gerçeklik. Ancak, bunca “alışmaya” karşın, siyasi etikle hiç uyuşmayan kimi örneklere razı olacak durumdayız neredeyse. Örneğin, Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in kısa bir süre öncesinde “Türkiye bir karar vermeli, mal mı, can mı?” derken, siyasal etiksizliğin destanını yazıyordu. Zira sonuçlarından doğrudan, maddeten ve hukuken sorumlu olduğu bir iş cinayetinde, kendini tamamen dışarıda bırakan bir tutumla konuşabiliyordu. Benzer bir biçimde, AKP’li Mahir Ünal’ın HSYK seçimleri için “Bizimkiler kazanamazsa seçim gayri meşrudur” açıklaması, az bulunur bir siyasal etik ihlalidir. Ama bütün bunları öpüp başımıza koyuyoruz. Üstelik bu sözü yorumla yumuşatmaya çalışmak da ayrı bir “aptallık” etiğidir. Yani, bizi aptal yerine koyun, ama ölçüyü aklı raydan çıkartacak denli abartmayın demektir “aptallık etiği!”

Günlük hayatımızda, despotluğunu gördüğümüz ahlakın, muhafazakâr ahlaksızlık olarak yaşanması, despotluğun ahlaksızlığı demektir ki, “Yangın var!” diye bağırmaktan söz ederdi eskiler böyle durumlar için.

Evet, hayatımızda yangın var. Davutoğlu çocuklara başörtüsü için “Gençlere özgürlük” tahrifatında bulunuyor. Küçük çocuklara, marazi bir özgürlük yalanı altında baş örtüsü taktırmak da bir tür muhafazakâr ahlaksızlıktır. Çünkü, yalan da bir ahlaksızlıktır. Bu yalanın doğrusal düzlemde varıp dayandığı nokta, IŞİD’ın “kadın” pazarıdır. Çocuk bedenini kendi malı sayıp, malik sıfatıyla örtmekle, mal kabul edip satmak arasında doğrusal bir ilişki vardır. Böyle tablolar yaşanılırken, ahlak, dürüstlük, doğruluk, erdem… ne kadar lafı-güzaf halde kalıyor!

Aslında ilk çiviyi Özal çakmıştı, bu muhafazakâr ahlaksızlığın riyadan kurulu yapısına. “Benim memurum işini bilir” sözü dönemi çok iyi açıklıyordu. Ama şimdiki yaşananları görseydi, o bile bu kadarına pes derdi.

Haftaya dize; “gözyaşımı sunma vaktidir şaraba.” (Seher Duman, Berfin Bahar, Eylül 2014)