Cumhurbaşkanı’nın sonu gelmez hamlelerini, “gündem saptırma, oyuna gelmeme, tuzağa düşmeme” üzerinden okuyup, topa girmekten kaçınırsanız daha da köklü bir rejim değişikliğine kapı aralamış olursunuz. Yeni Faşizm ya da yaygın kabul gören ifadeyle sağ-popülizm tüm stratejilerini çoğunlukçuluk üzerine inşa eder

Muhalefet Stratejisi

Geçtiğimiz hafta yapılan Polonya Cumhurbaşkanlığı seçimini aşırı sağcı Andrzej Duda kazandı. Duda iktidardaki Kanun ve Adalet Partisi (PİS) desteğiyle seçimlere katıldı. Polonya’da başkanlık sistemi olmamasına karşın, cumhurbaşkanının veto yetkisini kullanarak sistemin işleyişini denetlemesi olanaklı. Bunun ötesinde, Covid-19 ortamında dahi aşırı sağ partilerin önünün kesilememesi anlamında Duda’nın zaferi sembolik bir önem taşıyor. Nitekim Macaristan başbakanı Viktor Orban “zafer işaretiyle” ülküdaşını kutlamayı ihmal etmedi.

Oyların yüzde 48.5’ini toplayan liberal aday Rafał Kazimierz Trzaskowski gençlerin ve metropol kentlerin oylarını toparlamasına karşın, kırsal kesimin ve yaşlıların tercihlerine boyun eğmek zorunda kaldı. Trzaskowski kampanya sırasında “dış güçlerin adayı, LBGT’lerin temsilcisi, Yahudi sempatizanı” gibi bildik karalamalarla karşılaştı. Duda ise “Katolik değerleri savunma, altyapı projeleri atılımı, ülkedeki istikrarlı büyüme” gibi temalarla kampanyasını yürüttü.

Trzaskowski, aynı zamanda Warşova Belediye Başkanı. 2018’den beri bu görevi yürüten, Oxford Üniversitesi’nde de eğitim görmüş, çeşitli yabancı dillere vakıf bir siyaset bilimci. Bir anlamda Polonya elit kesiminin temsilcisi gibi görülüyor. Warşova yanında Budapeşte, Prag ve Bratislava da genç, benzer profilde, liberal eğilimli belediye başkanları tarafından yönetiliyor. Bu belediye başkanları “Visegrad Dörtlüsü” olarak anılıyor. Tüm Doğu Avrupa’da “kozmopolit kültürü, liberal yaşam tarzını, eğitimlileri” temsil eden büyük kentlerle; “yereli, milli ve muhafazakâr değerleri, otantik olanı” temsil iddiasındaki taşra arasında bir yarılma göze çarpıyor.

Sağcılara göre, köy veya küçük kasaba “sahici” bir yeri temsil edenler, metropollere gelseler bile kendi öz kimliklerini “muhafaza” ederler. Buna karşın her yere kolayca uyum sağlayan kentliler, “kasabaya, küçük kente” sığınsalar dahi “yaban” kalırlar.

KÜLTÜR SAVAŞI

Bu ikilem Türkiye’de de kendini hissettiriyor. En belirgin biçimde Erdoğan’ın “yerli ve milli” ifadesinde karşılık buluyor. Bu çerçevede 2019 31 Mart yerel seçimlerini aslında “kentlerin isyanı” olarak okumak da olanaklı. Sağ popülizmin ideolojik merkezlerinden Macaristan’da seçim sisteminin taşranın ağırlığını artıracak şekilde manipüle edilmesi aslında bu “metropol-taşra” ayrımını mutlak kabul etmenin bir sonucu. Son tahlilde ülkemizde de “çoklu Baro” düzenlemesi, meslek kuruluşlarının genel merkez yönetimlerinin nispi temsille belirlenmesi girişimi, muhtemelen seçim yasasında planlanan değişiklikler, hepsi AKP rejiminin benzer bir refleksle hareket etmesinin belirtileri.

Aslında burada bir “kültür savaşı” yaşanıyor. Erdoğan’ın Beşiktaş-Kadıköy-Şişli seçmenine yönelik “Bunlar Türkiye pastasının kaymağını yiyen kesimden oluşuyor” söylemini işitenler büyük kamu ihalelerinin buralardaki yurttaşlar tarafından paylaşıldığını zannedebilirler. Halbuki dile getirilen husumet; mülkiyet ilişkileri, güç ve para sahipliği üzerinden değil “kültürel” eksenden yükselir. İyi kötü kitap okuyan, az biraz sergi gezmiş, tiyatro seyretmiş, arada bir bira yudumlayan sıradan bir yurttaş bile kolaylıkla “Cumhuriyet elitleri” safına yerleştirilebilir. Buna karşın altın varaklı takımlardan yemek yiyen, kamu bürokrasisindeki kapıların önlerinde ardına kadar açıldığı, ihaleleri aralarında paylaşanlar ise “milletimin” organik bir parçasıdırlar.
Muhalefetin Mücadele Stratejisi

Bu yazının asıl konusu toplumsal muhalefetin mücadele stratejisi olacak. Gerek Doğu Avrupa, gerek Türkiye örnekleri dış dünyaya en açık metropollerde, aşırı sağ iktidarların bir parça geriletilseler bile kolay kolay yıkılmadıklarını gösteriyor. Emek ekseninden kopuk, liberal, şehirli, dış dünyayla barışık görünümlü çıkışların da derde çare olmadığı savunulacak. Kültürel alanında çekingen, pısırık davranıp, muhafazakâr kesimlere şirin görünme; ekonomi düzleminde ise genel geçer politikalarla idare ederek, neoliberalizme açıktan tavır almayarak, “ehliyetsiz” ellerde patlak verecek şiddetli bir krize bel bağlama anlayışının umarsız kalacağı öne sürülecek.

Belki öncelikle şu noktayı vurgulamak önemli: Covid-19 salgın ortamı teknolojinin tüm olanaklarıyla yurttaşları izlemeyi, denetlemeyi, disipline etmeyi, gerekirse cezalandırmayı meşru kılan bir iklim yaratıyor. Halk sağlığını koruma gerekçesi, olağanüstü önlemlere baş vurmaya kapı aralıyor. Bu pratiğin daha baskıcı, otoriter bir rejimin köşe taşlarını dizme tehlikesi bulunuyor.

muhalefet-stratejisi-759178-1.

Ergin Yıldızoğlu “Yeni Faşizm” adlı yeni kitabında bugünkü totaliter rejimlerin, 1920’lerin, 1930’ların faşizminden önemli farklara sahip olduğunu söylüyor.
Bence bu farklar faşizm kavramıyla tanımlanan şeyin, onu tanımlamamıza olanak veren “özüne” değil, bu “özü” oluşturan unsurların kapitalizmin geçirdiği tarihsel evrim içinde, yeni sosyoekonomik ve kültürel, hatta teknolojik koşullara göre düzenlenmesinden kaynaklanan yeni bir biçime ait olacaktır. (Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları 2020).

Başta CHP, toplumsal muhalefet bu tehlikeye karşı, sürece damgasını vurmak istiyorsa kültür alanından başlayıp, ekonomiye uzanan tüm zeminlerde iddiasını ortaya koyamazsa, “hegemonik” olamaz. Öncelikle, kendi dilinizi, söyleminizi yaratmaya cesaret edemeyip, “kul hakkı yiyene oy veren harama ortak olur” benzeri ifadelerle yola koyulursanız, onlarla peygamberlerden meleklerden referans verme yarışına girerseniz, dinci muhafazakârlığa “iliştirilmiş”, dilsiz kalmış, kişiliksiz muhalefet görünümü vermekten kurtulamazsınız. Kendi organik kitlenizle yabancılaştığınız gibi, “öteki kıyının” kalbini de fethedemezsiniz.

Öncelikle en geniş muhalif kitleyi canlı, dinamik, moralli tutmalısınız ki, o topluluğun her bir bireyi fikirlerinizi topluma taşımak, yaymak ve olanak verdiği ölçüde yaşama geçirmek için yeterince istekli olsun. 2013 Gezi, 7 Haziran 2015 seçimleri, 2017 Adalet Yürüyüşü, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri farklı zamanlarda bu momentin yakalandığı canlı örnekler olarak önümüzde duruyor.

Dış politika alanında, Suriye’de Libya’da AKP rejiminin fetihçi zihniyetini teşhir etmekten bir an bile geri durmamalısınız. Önünüzde, Ayasofya’yı müze yaparak evrensel kültürel bir parçası haline getiren tarihsel anlamda takipçisi olmanız gereken bir örnek varken, namaza ilk koşan siz olmamalısınız. Laikliği, Cumhuriyet kazanımlarını savunmakta tereddüt etmemelisiniz. Bunun inanç özgürlüğünün teminatı olduğunu tekrar tekrar anlatmaktan bıkmamalısınız. Elinizde bulunan en kritik bürokratik makamı, İBB Genel Sekreterliğini, bir gün devran döner umuduyla size destek veren onca insan dururken, AKP rejimi kadrolarından devşirilmiş, yıllarca ikbal görmüş bir şahsa teslim etmemelisiniz. Bu tasarrufun bir ilköğretim okulunda önü kesilmiş sınıf öğretmeninden, kamu bankasının taşra şubesinde şeflik bekleyen memura kadar geniş bir kitlenin moralini bozacağını akıldan çıkarmamalısınız. Bunlar iktidara gelse bile, “Demek ki kadroları yok, eski tas eski hamam devam edeceğiz” imajını vermemelisiniz.

Cumhurbaşkanının sonu gelmez hamlelerini, “gündem saptırma, oyuna gelmeme, tuzağa düşmeme” üzerinden okuyup, topa girmekten kaçınırsanız daha da köklü bir rejim değişikliğine kapı aralamış olursunuz. Yeni Faşizm ya da yaygın kabul gören ifadeyle sağ-popülizm tüm stratejilerini ço��unlukçuluk üzerine inşa eder. Cumhur İttifakı’nı ayakta tutmak için tüm tavizler verilir, sıkı pazarlıklar yürütülür. Bu şart yerine getirilince, azınlık hakları, kanun hakimiyeti, kuvvetler ayrılığı ilkeleri kolaylıkla çiğnenebilir. Tüm kurumsal yapılar çöküntüye uğratılabilir, evrensel normlar ayaklar altına alınabilir.

Peki tuzağa düşmekten çekiniyorsunuz da, fikirlerinizin nasıl egemen olacağını düşünüyorsunuz? Anlaşılan işsizliğin artmasından, ekonominin çöküntüye uğramasından medet umuyorsunuz. Gerçekten de, geçim sıkıntısı çeken, özellikle salgından sonra açlık ve yoksullukla yüz yüze gelen milyonlar var. Bir şeriat rejimi özlemi duyan sınırlı bir kesimin dışında, AKP’den uzaklaşan geniş bir kitle bulunuyor. Salgın öncesi verilere dayanan hane halkı tüketim harcamaları istatistiklerinde çok vahim uçurumlar göze çarpıyor. Örneğin eğitime harcanan her 100 liranın sadece 3.2 lirası en yoksul yüzde 20’ye, 64.2 lirasıysa en zengin yüzde 20’ye ait gibi…

Öyleyse bu yoksullar için ne öneriyorsunuz? CHP sözcüsüne kulak verirseniz, en çok şikayetçi olduğu konular Merkez Bankası bağımsızlığının zedelenmesi, bütçe disiplininin bozulması, gümrük vergileri konulması, rezervlerin iyi yönetilememesi vb… Ağzından “kredi kanallarını işi ve işvereni korumak için kullanırdık” gibi ifadeler bile çıkabiliyor. Söylem AKP kadrolarının bilgisizliği, beceriksizliği gibi bir zeminden hareketle, ekonomiyi “uzmanlara, bilenlere bırakma; piyasayla kavga etmeme” gibi noktaya doğru sürükleniyor. Yani neoliberalizmin, “ekonomi, halkın gündelik ihtiyaç ve taleplerine terkedilemeyecek, kendi kuralları, uzmanları bulunan teknik bir konudur” tarzı, artık tüm dünyada bayatladığı kabul edilen söylemine teslim olunuyor.

Bu zihniyet, öncelikle geniş kitlelerde umut kıvılcımları yaratacak bir vaatte bile bulunmuyor. Sol-popülizmin kuramcısı Chantal Mouffe sağcıların pekala “devletçi neoliberalizm” uygulayarak Covid-19 salgını dönemini atlatabileceğini söylüyor. Solun, serbest ticaretin, serbest sermaye akımlarının savunuculuğuna soyunmaması gerektiği uyarısında bulunuyor. Bu dönemde gıda, sanayi, enerji ve sağlık gibi temel konularda,, ulusal egemenliğin savunulmasından korkulmaması gerektiğinin altını çiziyor. Ek olarak yurttaşa bütçe kaynaklarıyla doğrudan destek verilmesinin, örneğin yurttaşlık geliri ödemesi yapılması gibi somut önerilerle cesaretle savunulması çok önemli. Merkez Bankası kaynakları ile bazı sektörlere kredi verilmesini “70 model politikalar” diye eleştiren üstenci bir söylem aksine ancak AKP’nin işine yarar. Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet gazetesindeki “Hazine garantili işletmeler kamulaştırılacak” son ifadesi umut verici, ancak daha fazlası gerekli.

SINIF ASLİ KONUMDA DİĞER KİMLİKLER İKİNCİL DEĞİL

Toplumsal muhalefet en son İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçme gündemiyle tartışılan kadın hareketinin; etnik ve mezhepsel ve cinsel kimliklerden kaynaklanan demokratik taleplerin de temsilcisi olmalıdır. Burada hüner, farklı kimlik taleplerini, ekonomik çözümlerle en uygun biçimde eklemlendirecek ortak bir mücadele hattında birleştirmektir. Michael Hardt ve Antonio Negri New Left Review dergisinin Kasım/Aralık 2019 sayısında sermayeye, patriyarkaya, beyaz üstünlüğüne (Türkiye özelinde Sunni Türk okuyabilirsiniz) ve tüm egemenlik eksenlerine karşı eklemlenen, ancak sınıfın son tahlilde asli bir konumda bulunduğu (class prime) bir mücadele öneriyor.

Aşırı sağ koalisyonların ortak paydaları yanında, ülkelerin kendine özgü farklı toplumsal dinamikleri, tarihleri ve zihniyet dünyaları da olduğu göz ardı edilemez. Bizim toplumumuzda ekonomik eksende ayrımcılık görenlerle , örneğin kamu kapısında iş bulamayanlarla, tarikat-cemaat-yandaşlık ilişkileri dışında kalan tüm kimliklerin çakışması söz konusudur. Laikler, kadınlar, Aleviler, Kürtler gibi… Bu nedenle uygun bir program çerçevesinde eklemlenme başka ülkelere göre daha da kolay gerçekleşecektir.

Ergin Yıldızoğlu kitabına Umberto Eco’nun “21. Yüzyılın insanının en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar NAZİ üniformasıyla geleceğini sanmasıdır” sözleriyle giriş yapıyor. Katılıyorum. Ama yine de 24 Temmuz günü Ayasofya’ya cüppeleriyle teşrif edenleri izleyip, İslami Faşizmin üniformasıyla sahneye çıkışını kaçırmayalım derim.